Sayfalar

1 Mart 2010 Pazartesi

Neden Rengin sararır?

Fatih Sultan Mehmet, mürşidi Akşemseddin'den ayrı, İstanbul'da geçirdiği günlerde Şeyh Vefa'ya fazla ilgi göstermiş, yalnızlığına onda deva aramış, fakat ikisi arasında geçen çok ince bir hesapla bu ilgisine, Şeyh Vefa tarafından bir cevap bulamamıştı.

İnce bir hesap dedim, böyle bir hesap ancak, söz konusu olan o iki insan tarafından anlaşılabilir. Dışarıdan seyirci olan bizlere işin tartışması düşer.

Bir rivayete göre, Sultan Fatih tam üç defa Şeyh Vefa'yı makamında ziyarete gitmiş, fakat, üçünde kendisini görmeden göremeden dönmüştür. Sultan Fatih, Şeyh Vefa'nın tekkesi önündeki demir kapıya gelmiş, fakat kapıyı kilitli bulmuştur. Bahçede ne bir kul, ne bir can... Hükümdar ârif bir kişiydi. Bunun ne demek olduğunu anladı. Rengi kül gibi solmuştu.Bu yapılan ona hükümdar olarak değil,insan olarak dokunuyordu. O, yaralıydı, dinlenecek, dertlerini dökecek bir makam, sığınacak bir yer arıyordu.

Sultan Fatih gibi, Şeyh Vefa da bu dönüşleri solgun bir yüzle bekler, indirilmiş hücre pencerelerinin demirlerine başını dayar, mahzun, mükedder, hünkâr alayının evi önünden uzaklaşmasını dinlerdi.

Bir gündü, cesareti ve nazı geçer dervişlerden biri:"Şeyhim!" dedi. "Mademki Hünkar'ı görmek dilemezsin, neden gelişinden rengin sararır, Mahzun olursun? Madem Hünkar'ı seversin, neden görmek dilemezsin?"

Şeyh Vefa, derin bir düşünceden sonra, konuşmaya karar verdi:

"- Benim ona meylim ve onun bana ihtiyacı o derece fazladır ki, bir defa bir birimizi gördükten sonrai, o benden ayrılmak istemeyecek, ben onu bırakmayacağım. Halbuki o saltanatı yürütmekle yükümlü. Biz de dünya düzenini korumaya mecburuz. Bizim birbirimizi görmemizin bir sakıncası daha var: Hünkâr gelecek, ziyade şevkinden, ihsanlarda, âtiyelerde bulunacak, biz bunları kendi adımıza kabul etmeyeceğiz. Sizlerin adına da reddetmeyeceğiz. Böylece, ihvanımla benim arama, ister istemez, dünya girecek. Şimdi anladınmı? Gönlüm onu görmek diler, görevim ona kapılarını kapar, beni mahzun eden, benzimi sarartan işte budur!"

Şeyh Vefa, bu tavrıyla koca hükümdarı ne darıltmış, ne gücendirmiştir. Darılıp öfkelenmediğini anlamak için şu kadarını söylemek yeter ki Fatih ve oğlu Bayezit, Şeyh Vefa adına İstanbul'da bir cami, bir medrese, halvethane, türbe yaptırmışlar, ona olan bağlılık ve saygılarını böylece ifade etmişlerdir.

Sultan Fatih'in ölümünde, Hünkâr'ın cenaze namazını kıldırmak, Şeyh Vefa'ya düştü. Bu güç bir işti. Fakat Şeyh Vefa bu güç görevi, Hünkâr'ın son isteği bilip, üzerine aldı.

Sade namazını kıldırmak değil, ihtiyar veli, Hünkâr tabutunu omuzlamış, caminin arkasındaki türbeye kadar götürenlere yardım etmiştir.

Fatih'in yerine hükümdarlığa gelen Bayezit, Şeyh Vefa adına ne gördüyse işte o gün gördü. O da babası gibi gördüğünün peşini bırakmak istemiyordu. Fakat Vefa tekkesinin demirli kapısı İkinci Bayezit'e de asla açılmadı... Ta Şeyh Vefa bu dünyadan göçünceye kadar...

Yeni hünkâr, şeyhin vefatını duyunca:"Sağlığında mübarek yüzünü bize göstermek istemedi, bari gidip şimdi kendisini ziyaret edelim" dedi. Derhal dergâha geldi. O geldiği zaman bütün hazırlıklar bitirilmiş gibiydi.

Bayezit, yüzünü açıp büyük veliyi görmek arzusunu açıklayınca etraftakiler bunun usule uygun olmadığını hükümdara anlatmak istediler. O, ne de olsa henüz babası gibi olgun değildi. Böyle bir düzeni bozabilirim diye düşündü. ve örtüyü açtı. Fakat yazık ki genede bir şey göremedi. Göremedi, çünkü dünya düzenini korumakla görevli olan Hak ereni elini kaldırp yüzünü peçeleyivermişti.

Düşmişem Aşkın oduna ta ezel,
Kendi düşen ağlamaz vardır mesel,
Ta ebede yanmak bana oldu mahal,
Yaneyim ey şem'i ruşen yaneyim.

Işkının pervanesiyim pes nidem,
Sen şehin yerin koyam kande gidem,
Şevkin ile tutuşup şer tâ kadem,
Yaneyim ey şem'i ruşen yaneyim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder