Sayfalar

23 Nisan 2011 Cumartesi

Hızır b. Muhammed el-Amasi

Prof. Dr. Hüseyin Yazıcı

XVII. asırda Arap edebiyatına yazdığı eserlerle katkıda bulunmuş önemli simalardan biri de Hızır b. Muhammed el-Amâsî’dir. Adı Hızır olan el-Amâsî’nin baba adı kaynaklarda Muhammed[liii], dede adı ise Câfer[liv] olarak geçmektedir. el-Amâsî hakkında bilgi veren kaynaklardan sadece biri, onun doğum tarihini bize nakletmektedir. Amasya Tarihi müellifi, Hüsameddin Hüseyin, Hızır b. Muhammed el-Amâsî’nin yaklaşık 1006 (1597) senesinde Amasya’nın Haci İlyas Mahallesinde Yeşil ırmağın üzerinde yapılmış Maydanos Köprüsü[lv] yakınlarında bahçeli ve havuzlu bir konakta dünyaya geldiğini kaydetmektedir[lvi].



Kaynaklardaki ifadeler, Hızır b. Muhammed’in babasının kültürlü bir şahsiyet olduğunu göstermektedir. Babası Muhammed b. Câfer el-Amâsî[lvii] Amasya’da yetişen büyük bilim adamları arasında yer alır. Dedesi Câfer el-Amâsî[lviii] ise Yeniçerilerden İbrahim Efendi’nin oğludur. Dedesi de Yeniçeri olup uzun müddet yasakçı olduğundan “Yasakçı”[lix] lakabıyla tanınmıştır. Bu lakap dolayısıyla da aileye “Yasakçı Oğulları” denmiştir. Dedesi Câfer el-Amâsî, 1016 (1607) senesinde eşkiya ile harp edip Kuyucu Murat Paşa’nın takdirini kazanarak dönemin adı duyulan şahsiyetleri arasında yer almıştır. Öte yandan babasının, sarfa dair el-Maksûd´a el-Ma´kûd fî şerhi’l-Maksûd adında bir şerhi vardır[lx].

Çocukluğu, Amasya’nın ilim adamları arasında yer alan babası Muhammet b. Câfer’in yanında geçmiştir. Amasya’da Sultan Beyazıt Mektebi’nde ilk bilgilerini alan, daha sonra da babası ve Harşanalı[lxi] İbrahim Efendi olmak üzere bir çok bilim adımından çeşitli sahalarda yararlanan Hızır b. Muhammed, ilk vazifesine henüz on altı yaşında iken, 1020 (1611)’de atanmıştır[lxii]. Küçük bir yaşta onun böyle bir göreve atanması, ayrıca eserlerindeki ciddiyet, eğitiminin sağlam temeller üzerinde kurulduğunu göstermektedir. İkinci görevine (1041 (1631)’de otuz beş yaşında başlayan[lxiii] Hızır b. Muhammed’in bu zamana kadar hayatının öğrencilik devresinin en önemli bölümünü büyük bir ihtimalle bitirmiş olmalıdır. Yâkub Efendizâde’nin kızı ile evlenen[lxiv] el-Amâsî, asıl olgunluk devresinin başlayacağı 1041 (1631) senesine kadar Amasya’nın dışına çıkıp çıkmadığına dair kesin bir bilgimiz yoktur. el-Amâsî, ilk müderrislik[lxv] görevine atanmadan önce, öğrenim hayatının büyük bir kısmını hocalarıyla geçirmiştir. Dolayısıyla hayatının büyük bir bölümünü Osmanlılar döneminde padişahlar tarafından her zaman özel bir ilgi gösterilen şehzâdeler şehri, Kanuni Sultan Süleyman’ın sık sık ikamet ettiği, ayrıca G.Perrat’ın ifadesine göre ilmî açıdan Anadolu’nun Oxford’u sayılan Amasya’da geçirmiştir. Amasya’ya gösterilen bu yakın ilgiye rağmen, Hızır b. Muhammed, Lübbu’l-ferâ´iz adlı muhtasarındaki bir kayıtta devlet adamlarının ilim adamlarına gerekli ilgiyi göstermediklerinden şikayet etmekte ve onların sadece dünya işleriyle meşgul olduklarını belirtmektedir[lxvi].

Hızır b. Muhammed’in ilk hocası, babası Muhammed b. Câfer el-Amâsî’dir. Diğer taraftan ismini tespit edebildiğimiz ikinci hocası, Hoca Saduddin Efendi’nin (ö.1008/1599) büyük oğlu Mehmet Efendi’dir (ö.1024/1615)[lxvii]. Mehmet Efendi, 29 yaşında kazasker olmuştur. Arapça, Farsça ve Türkçe olarak şiir yazabilen Mehmet Efendi, babasının kaleme aldığı Tâcu’t-tevârih’e zeyl yazmış ise de [lxviii] tamamlayamamıştır. İsmi tespit edilebilen üçüncü hocası ise Amasya’daki Sultan Beyazıt Han Câmii’nde görevli Gürcü asıllı Hasan Efendi İbn Abdullah’tır[lxix]. Hasan Efendi ile ilgili olarak kaynaklarda herhangi bir bilgiye tesadüf edilmemiştir. Yine Harşanalı İbrahim Efendi[lxx] ve meşhur muhaddis Abdurrahman Kadızade Muhammed[lxxi] ismini tespit edebildiğimiz diğer hocaları arasında yer almaktadır.

Hüsameddin Hüseyin’in ifadesine göre[lxxii] anlatma gücü, kalemi gibi etkileyici olan Hızır b. Muhammed’in dersleri dolup taşardı. Yine aynı müellifin ifadesine göre[lxxiii], el-Amâsî ülkenin pek çok makamında görev alan birkaç yüz öğrenci yetiştirmiştir. Hızır b. Muhammed’in ilk öğrencileri kendi çocuklarıdır. Çünkü eserinin mukaddimesinde “Oğlum Yâkup el-Vehbî (ö.1124/1712) ve diğer talebe ve dostlarım Unbûbu’l-belâğa’yi şerhetmem için bana ısrar ettiler” ifadesi mevcuttur[lxxiv]. Öte yandan diğer oğlu el-Feyzî ile ilgili aynı ifadeleri, Tehyîcu Ğusûni’l-usûl adlı eserinde de görmekteyiz[lxxv]. Buradan öğrencilerinin ikisinin oğlu Yakup el-Vehbî ve İbrahim el-Feyzî olduğu anlaşılmaktadır. Yine öğrencilerinin ismini tespit edebildiğimiz Ali b. Osman[lxxvi] hakkında kaynaklarda şimdilik herhangi bir bilgi bulunamamıştır. En önemli öğrencisi olarak[lxxvii] Fazıl Darendeli Hamza Efendi’ye işaret edilmektedir. Yine damadı, el-Hâc Osman Efendi (ö. 1112/1700)[lxxviii] kendisinin en önemli öğrencileri arasında bulunmaktadır. Özellikle Arap ve Fars edebiyatları alanlarında uzman olarak tanınan Osman Efendi, uzun seneler kayınpederi, Hızır b. Muhammed ile birlikte çalışmıştır. Tefsîrî Muhammed Efendi, el-Hâc Hızır Efendi ve el-Hâc Muhammed Efendi de adları tespit edilebilen diğer öğrencileri arasındadır. Bunlardan Abdulazîz Efendi, bir çok ilim adamından dersler almış ve 24 sene dedesinin eserlerini öğrencilerine okutmuştur. Hızır Efendi[lxxix], Abdülazîz Efendi’nin kardeşidir. Bir ara İstanbul’a gelmiş ve buralarda hem kendini yetiştirmiş hem de görevler almıştır. Yine aynı isimle anılan öğrencileri arasında gördüğümüz, Hızır Efendi (ö.1104/1692), hocasının hem edebiyata hem de dini ilimlere dair eserlerini öğrencilerine okutmuş ve hocası ile aralarındaki yakın ilgi ve samimiyet dolayısıyla kendisine “Küçük Hızır Efendi” lakabı takılmıştır[lxxx].

el-Amâsî, yaklaşık 60 senelik öğretim devresinde müderrislik görevini kısa süren aksamalar dışında başarıyla devam ettirmiştir. Nitekim el-İfâza fî şerh-i Unbûbi’l-belâğa adlı eserinin önsözünde Unbûbu’l-belâğa adlı muhtasarını kaleme aldıktan sonra gördüğü rağbet üzerine talebelerinin ve dostlarının ısrarlarına dayanamayarak bu eseri şerh etmeye karar verdiğini söylemektedir[lxxxi].

Hızır b. Muhammed, 1020 (1611)’de on altı yaşlarında iken Amasya’da bulunan Sultan Beyazit Medresesi muidliğine (asistanlık), 1041(1631)’de de Yörgüç Paşa Medresesi[lxxxii] müderrisliğine atandı. el-Amâsî’yi 1042(1632)’de Amasya Kassamlığı[lxxxiii] vazifesini üstlenmiş olarak görüyoruz. Yine 1058(1648) yılında Amasya müftülüğü, 1059(1649)’da da Sultan Beyazit Medresesi müderrisliğine atanan Hızır b. Muhammed, aynı senenin Recep ayı başlarında Amasya mutasarrıfı[lxxxiv] olan Köprülü Mehmet Paşa[lxxxv] (1571661) ile aralarında şer´î meselelerdeki anlaşmazlık yüzünden 1060 (1650) yılı Muharrem ayı 14. günü vazifesinden azledildi. Fakat aynı sene yapılan bazı şikayetler üzerine Köprülü de vazifesinden uzaklaştırıldı. Hızır b. Muhammed, 1061(1650) Ramazanında tekrar Amasya müftüsü ve Sultaniye Medresesi müderrisi oldu. Yedi yıl gibi uzun bir süre bu vazifede iken, yüzün üzerinde öğrenci yetiştirdi ve bu arada telif faaliyetlerini de sürdürdü. Bu dönem, Hızır b. Muhammed’in itibarının ve nüfuzunun arttığı dönem olarak bilinir.

1067(1656) senesinde Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’nın arkadaşlarından Amasyalı Mumcuzâde Seyyid Ahmet Ağa, İstanbul’dan getirdiği ferman gereği, şehir kethüdası[lxxxvi] olarak tayin edildi. Ancak, Mumcuoğlu, Amasya’ya gelişinden 4 ay sonra el-Amâsî’nin aleyhine bir tavır takınarak İstanbul ve Sivas’a şikayetlerde bulunmaya başladı. Yapılan asılsız şikayetler üzerine Hızır b. Muhammed, 1067(1656) yılının Ramazan ayı 17. günü yargılanmak üzere Sivas’a gönderildi. Sivas’ta kurulan mahkemenin Hızır b. Muhammed’in suçsuzluğunu ispat etmesi üzerine, Sivas valisi Sehrap Muhammed Paşa, Hızır b. Muhammed’i tekrar Amasya’ya iade etti ve maduriyetinin giderilmesi için de 1069(1658) senesinde yeniden Amasya müftülüğü ve Sultaniye müderrisliğine atandı. Fakat 1070(1650) senesinde Şehir kethüdalığından azledilip şehir dışına sürülen Mumcuzâde, tekrar bu vazifeye atanınca, el-Amâsî hakkında tertip ettiği çirkin oyun[lxxxvii] üzerine Hızır b. Muhammed, tevkif edilerek Kıbrıs’a sürüldü.

1072(1661) yılında Sadrazam olan Köprülü Mehmet Paşa’nın büyük oğlu, ilim ve sanat adamlarının hamisi olarak tanınan Fazıl Ahmet Paşa 1635-1676[lxxxviii], el-Amâsî’yi izzet ve ikram ile Kıbrıs’tan getirmiştir 1074(1667) yılında da tekrar Yörgüç Paşa Medresesi müderrisliğine tayin etmiştir. 1078(1667)’de Amasya Müftüsü olan Ebussuûd Efendi’nin istifası ile boşalan bu vazifeye 4.kez atandı. Ayrıca, tekrar Süleymaniye müderrisi oldu. Ancak aynı yıl, kürsü şeyhliği görevini küçük oğlu Yakup Efendi’ye devretti. Hızır b. Mehmet 4. kez atandığı Amasya Müfülüğü vazifesini 1078(1667)’den 1085(1675)’e kadar sürdürdü. Hayatının son dönemlerini Kıbrıs ve Amasya’da geçiren Hızır b. Muhammed’in vefatı ile ilgili olarak kaynaklarda farklı tarihler ileri sürülmektedir. Bunlar sırasıyla (1060/1660)[lxxxix], (1062/1662)[xc], (1084/1673)[xci], (1086/1686)[xcii], (1100/1700)[xciii] tarihleridir. el-İfâza fî şerh-i Unbûbi’l-belâğa’nın Dâru’l-kütübi’l-Mısrıyye’de bulunan bir nüshasındaki bir kayda göre, esere 1060(1660)’da başlamış ve 1061(1661)’de bitirmiştir. Ayrıca, bu tarihten itibaren de bir çok vazifeye atanmıştır. Amasya Tarihi müellifi, Hüseyin Hüsameddin’in ifade ettiği gibi Hızır b. Muhammed, 1078(1667)’de tayin edildiği Amasya Müftülüğü vazifesinde iken 1084(1673) Zilhicce ayının 8. günü vefat etti ve o zaman Amasya’da bulunan Hilkat Gâzi Kabristanına defnedildi[xciv].

Hızır b. Muhammed’in ismini tespit edebildiğimiz dokuz eserinden bugün, ancak altı tanesi elimizde mevcuttur. Bazı kaynaklar, onun başka eserlere de sahip olduğunu kaydetmektedirler[xcv]. Ancak bunlara şimdilik tesadüf edilememiştir. el-Amâsî’nin bugün kütüphanelerimizde bulunan eserleri şunlardır:

I. Unbûbu’l-belâğa fî yenbû´i’l-fesâha: el-İfâza adlı eserinin metin kısmı olan Unbûbu’l-belâğa’nın[xcvi], belagat ilmini özlü ifade etmesi ve kolay bir şekilde ezberlenebilmesi açısından çok rağbet gördüğünü bizzat müellifin kendi ifadelerinden anlamaktayız[xcvii]. el-Amâsî’nin bu eseri, Celâleddin Muhammed b. Abdurrahman el-Kazvînî’nin (ö.739/1338)[xcviii] Sirâcuddîn Ebî Ya´kûb Yûsuf b. Ebî Bekr b. Muhammed es-Sekkâkî’ye (ö.626/1228)[xcix] ait Miftâhu’l-´ulûm’un üçüncü bölümünden hareketle kaleme almış olduğu Telhisu’l-Miftah fi’l-me´ânî ve’l-beyân adlı eserinin bir muhtasarıdır. Eseri 1060(1650) senesinde kaleme alan Hızır b. Muhammed, ilmu’l-me´ânî, ilmu’l-beyân ve ilmu’l-bedî başlıkları altında o ilim dalının babalarını ve bu babaların kısaca açıklamalarını vermiş, gayet akıcı ve öğrencilerin anlamasını kolaylaştıran bir üslup kullanmıştır.

2. el-İfâza fî şerh-i Unbûbi’l-belâğa fî yenbû´i’l-fesâha[c]: Bu eser, yukarıda belirtilen muhtasarın şerhidir. Kazvînî’nin adı geçen eserine bir çok şerhler yazılmış ve bunlar daha çok haşiye ve tâlikat şeklinde olmuştur. Ancak Hızır b. Muhammed, esere şerh ya da tâlikat yazma yerine önce muhtasarını kaleme alıp daha sonra da kendi yaptığı muhtasarı şerh etmeyi tercih etmiştir. Esâsen el-Amâsî, bu küçük muhtasarını büyük oğlu Yâkub el-Vehbî için kaleme almıştı. Ancak gördüğü rağbet üzerine Amasya ve civarında bulunan medreselerde ders olarak okutulmuştur. Zamanının en mühim ilmî şahsiyetleri arasında gösterilen Hızır b. Muhammed el-Amâsî, bu eserini hazırlarken belagatla ilgili bir çok eseri gözden geçirdiği ve hedefinin öğrencilerine alışılagelmişin dışında, yani nakledilenleri, daha çok olduğu gibi aktarma yerine onları eleştirerek en doğrusunu sunmak olduğu unutulmamalıdır. Nitekim eserinde mevzularını ele alırken fazla ayrıntıya girmemesi, karmaşık ifadelerden mümkün olduğu kadar uzak durması, daha da önemlisi yer yer bazı konularda bazı belagatçıları eleştirerek ya meseleleri uzattıklarını ya da kapalı ifadeler kullandıklarını belirtmesi; ayrıca zaman zaman da kendi görüşlerinin daha doğru olduğunu ortaya koyması, bu eserin diğer benzeri eserler arasındaki yerini farklı bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bilindiği üzere, Arap gramerinin güçlüğü çok eski dönemlerden beri dile getirilmiş ve bu konuda da bazı girişimlerde bulunulmuştur. Ancak bu, Osmanlı sahasına pek yansımamıştır. Arap âlimlerine ait gramer kitapları zaman zaman olduğu gibi şerh edilmişdir. Şerhin önem kazanabilmesinin önemli bir noktası da yapılan şerhte, gerektiği yerlerde eleştirinin yapılarak en doğru şeklin sunulmasıdır. Bu özelliği, el-Amâsî’nin eserinde açıkça görmekteyiz. Bir taraftan eleştirmiş, bir taraftan da en doğrusunu ya kendi düşüncülerini ortaya koyarak ya da ortaya atılan görüşler arasından bir seçim yaparak belirlemeye çalışmıştır. Mesela: “Teşbih” meselesinde kendi yaptığı taksimatın dışında yapılacak taksimatın değişik bir hüküm ifade etmeyeceğini; dolayısıyla da sözü uzatmaktan başka bir şeye yaramayacağını belirtmektedir[ci]. Bu meselede Şekkâkî’yi beğenmekle birlikte el-Curcânî’nin bu hususta fazla karışıklığa meydan vermeden meseleleri daha iyi izah ettiği düşüncesinde olduğunu ifade etmektedir[cii]. Yine mecaz meselesini dile getirirken el-Hatîb ed-Dımeşkî, es-Sekkâkî ve et-Teftâzânî’nin görüşlerinin zorlama olduğunu dile getiren el-Cürcânî’nin görüşlerini benimsediğini belirtmektedir[ciii]. Diğer taraftan, “İnşâ” meselesinde talebin çeşitlerinden olan “Hel” edatını ele alırken, konuyu özlü bir şekilde anlatmış, fakat bu arada da bazı belagatçıların bu konuda gereksiz şeyler ifade ettiklerini ve bunların konuyu karmaşık bir hale getirmekten başka bir şeye yaramayacağını da belirtmekten geçememiştir[civ]. el-Amâsî, eserinde zaman zaman el-Kazvînî’nin ifadelerini de kullanmıştır. Ancak bu ifadelerin kullanılması bazı terimlerin kalıplaşmış olmasından ileri gelmekteydi. Bu arada çeşitli alimlerden yapmış olduğu nakiller ve zaman zaman da bu nakilleri eleştirmesi eserin bir araştırma mahsulü olduğunu göstermektedir. Öte yandan çoğu yerde de okuyuculara kolaylık sağlamak amacıyla bazı konular kısa tutulmuştur. el-Amâsî’nin bu şerhini Arap belagatının kolaylaştırılmasına yönelik bir çalışma kabul etmek gerekir. Dolayısıyla çalışma, benzerleri arasında hem dilinin anlaşılır olması hem bazı taksimatların gereksiz yere uzatılmaması hem de sadece anlaşılmayı hedef alması bakımından ayrı bir yeri vardır.

3. Ğusûnu’l-usûl fî usûli’l- fıkh[cv]: Hafîzuddîn Nesefî diye bilinen Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed’in (ö.710/1310)[cvi] fıkıh usûlüne dair Menâru’l-envâr[cvii] adlı eserinin muhtasarıdır[cviii]. en-Nesefî’nin eseri her ne kadar, hacim bakımından küçük olsa da muhtevası itibariyle bir çok ilim adamının dikkatini çekmiştir. el-Amâsî, Unbûbu’l-belâğa’da olduğu gibi adı geçen eseri mükemmel bir şekilde ihtisar etmiştir.

4. Şerhu Ğusûni’l-usûl: Diğer adıyla Tehyîcu Gusûni’l-usûl olarak kaydedilen eser, yukarıda adı geçen Menâru’l-envâr muhtasarının şerhidir. Müellif, bu eserinde de kendine has bir metodu tercih etmiştir. Eseri, önce ihtisar etmiş daha sonra da kendi muhtasarını şerh etmiştir. Eser bugün elimizde mevcuttu. Eserin önsözünde Gusûni’l-usûl adıyla ihtisar ettiği Menâru’l-envâr’ın öğrenciler nazarında büyük bir ilgi gördüğünü ve muhtasarını, oğulları Yâkub el-Vehbî ve İbrâhim el-Feyzî ve talebelerinin doğrultusunda şerh ettiğini söylemektedir.

5. Lubbu’l-ferâ’iz: Eser Sirâcuddîn Muhammed b. Mahmud b. Abdurreşîd es-Sicâvendî el-Hanefî (ö.596/1200)’nin Ferâizu’s-Sicâvendî adlı eserinin muhtasarıdır. Önemine binaen bir çok âlim tarafından şerh edilmiştir. el-Amâsî’nin adı geçen esere yaptığı muhtasarı Nuruosmaniye Kütüphanesinde mevcuttur.

6. Hâşiye alâ Tefsîr-i Beyzâvı: Tefsîr-i Beyzâvî diye şöhret bulan ve asıl adı Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl olan eser, Beyzâvî diye meşhur Nâsıruddîn Ebî Sa´îd Abdullah b. Omer eş-Şâfi´î’ye (ö.692/1292) aittir. Üzerinde bir çok haşiye tâlikat yazılan bu eserin En´am sûresine kadarki bölümüne el-Amâsî tarafından haşiye yazılmıştır. Eser bugün elimizde mevcuttur.

7. Ta´lîkât ´ale’l-Mevâkıf: el-Mevâkıf, ´Azududdîn Abdurrahman b. Ahmet el-İcî el-Kâdî’nin (ö. 756/1355) kelam ilmine dair eseridir. Hızır b. Muhammed’in bu addaki eserine şimdilik kütüphanelerimizde rastlanılamamıştır.

8. Ta´lîkât ´ale’t-Telvîh: et-Teftâzânî’nin (ö. 792/1389) Sadru’ş-Şerî´a Ubeydullah b. Mes´ud’un (ö.797/1391) fıkıh usulüne dair Tenkîhu’l-usûl adlı eserini el-Telvîh adıyla yazmış olduğu şerhe olan ta´likattır. Esere şimdilik rastlanılamamıştır.

9. Şerhu Lubbi’l-ferâ’iz: Diğer eserlerinde olduğu gibi eserin önce muhtasarını yapmış daha sonra da onu şerh etmiştir. Ancak Lübbu’l-ferâiz’in şerhi kütüphanelerimizde tespit edilememiştir.

Zengin bir bilgi birikimine sahip olan el-Amâsî’nin eserleri ve dönemi incelendiği vakit, iyi bir öğretmen olduğu ve bunun için de bir çok öğrencinin kendisinden ders almak istediği anlaşılmaktadır. Zamanının en büyük âlimlerinden sayılan Hızır b. Muhammed, fıkıh usûlü ve meânîde derin bilgiye sahipti. Ancak, bu arada diğer ilimlere uzak olmadığı ve bunlarda da söz sahibi olduğu inkâr edilemez. En önemli eseri olan el-İfâze fî Unbûbi’l-belâğa’yı kaleme almadan önce, öğrencilerine okuttuğu belagatla ilgili yaklaşık on beş varaklık metinde, belagat ilmini özlü bir şekilde ifade etmesi ve daha sonra da dostlarının kendisine yaptıkları ısrarlar neticesinde telif ettiği belagata dair eserinde kullandığı külfetsiz ve özlü ifadeyi amaçlayan ibareler, gerçekten de el-Amâsî’nin zamanında söz sahibi olduğunu ortaya koymaktadır. O, talebelerine az ve öz olan bilgiyi vermeye çalışmış ve gereksiz uzatmalardan daima kaçınmıştır. Kelimeleri yerinde kullanmaya dikkat etmiş ve her zaman bunların anlaşılır olmasını tercih etmiş; bunun yanında da öğrencilerin zihnini karıştıracak ya da bilinmesinde fazla yarar görmediği meseleler üzerinde hiç durmamıştır. Bu yönüyle de Hızır b. Muhammed, dikkati çeken bir şahsiyettir. Zaman zaman bazı ihtilaflı konularda kendi görüşlerini ön plana çıkararak meselenin anlaşılır bir hale gelmesine yardım eder. Ele alınması gereken bazı konuların üzerinde durulmadığını belirterek konuya olan hakimiyetini ortaya koyar.

Onun asıl ilmî şahsiyetinin ortaya çıkması, nüfuz ve itibarının artması, 1061(1650) yılından sonradır. Gerçi daha önceki yıllarda da tanınmış bir şahsiyettir, ancak yedi yıl kadar görev yaptığı Amasya müftülüğü ve Amasya Sultaniye Medresesi Müderrisliği (1061-1068/1650-1657) esnasındaki faaliyetleri, şöhretini Amasya dışına taşırmıştır. Amasya’da sevilen ve sayılan bir şahsiyet olan Hızır b. Muhammed, Amasya’ya gelen bazı yöneticiler tarafından kıskanılmış ve kendisine haksız bazı muamelelerde bulunulmuştur. İlmî şahsiyetinde yenilikçi bir kimlik yatmaktadır Hızır b. Muhammed el Amâsi’nin. Bilindiği gibi Arap edebiyatında nahvin güçlüğü, yıllardan beri tartışıla gelmiş ve bununla ilgili olarak da bazı çalışmalar yapılmıştır. Hızır b. Muhammed, kendisinden önce kaleme alınmış belagatla ilgili eserleri titiz bir şekilde incelemiştir. Çünkü hedefinin eserin anlaşılmasını ve ezberlenmesini kolaylaştırmak olduğunu, bizzat kendisi söylemektedir. Bunun için de okuyucuya zor gelecek ve bilinmesinde fazla fayda görmediği bazı mevzuları atarak eserin daha iyi anlaşılmasını ön plana almıştır. Eserinde çeşitli konular ile ilgili olarak açıklamalar yaparken, görüşlerini aktardığı âlimlerin iddialarını hemen kabul etmez. Bunlara kendi düşüncelerini de katarak haklı tarafı ortaya koymaya çalışır. Hatta bazan görüşünü doğru bulmadığı âlimi sert bir şekilde eleştirmekten de geri kalmaz. Teşbih konusunu açıklarken, es-Sekkâkî’nin bu konudaki talimatını uygun görmekle beraber konu ile ilgili olarak kıyasta bulunarak Abdülkâhir el-Cürcânî’nin yaptığı taksimatın daha uygun olacağı düşüncesini taşıdığını ifade eder. Öte yandan eserlerinde ihtilaflı meseleleri en sona bırakarak okuyucuyu ön plana almıştır.

Sonuç olarak; Hızır b. Muhammed el-Amâsî, Osmanlılar döneminde Arap dili ve edebiyatına eserleriyle hizmet etmiş önemli kişiliklerden birisidir. Dikkatli ve titiz bir ilim adamı el-Amâsî,. Nitekim bunu, çok az kimsenin kendisi gibi dikkatli davrandığını söyleyerek dile getirir. Öyle görülüyor ki el-Amâsî, üzerinde duracağı konu ile ilgili yazılmış bir çok eseri en doğru ve en kolay şekli bulmak için ince bir süzgeçten geçirmiş; bunun neticesinde de herhangi bir konu etrafında mukayese yapabilme ve en doğruyu bulabilme imkânını bulmuştur. Arap dili ve edebiyatı ile ilgilenen pek çok Osmanlı ilim adamı, aslında Arap dünyasında fikir ve sanat hareketlerini birleştiren fasih dile de hizmet etmişlerdir. Bugün, pek çok Arap aydını, aralarındaki müşterek bağın koparılması durumunda ne gibi vahim sonuçların ortaya çıkacağını çok iyi bildiği için, yukarıda adı geçen dönemleri değerlendirirken son derece insaflı davranmaktadır.


-'NÜSHA, Yıl: 1, Sayı: 2, Yaz 2001, s. 55-70.'den-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder