Sayfalar

4 Temmuz 2024 Perşembe

Hasan Çavuş'un Kanlı Yeleği

Köyde Kara Hasan diye bilinirdi. 
Gözünü budaktan sakınmayan cinsten, cesur ve kararlı bir delikanlıydı. 
Okumayı, öğrenmeyi çok seviyordu.
İlk önce doğduğu köyde Kur'an okumayı öğrendi. 
Daha sonra hafız olmaya karar verdi ve parlak zekâsıyla kısa bir sürede o isteğine de kavuştu.
Bununla da iktifa etmedi ve Konya’da bulunan İnce Minare Medresesi’nde tahsilini devam ettirdi. 
Bu medresede hadis ilimlerini öğrendi ve icazetini aldı. 
O yıllarda ilmiye sınıfından olanlar bir sınava tabi tutulur, eğer başarılı olursa askerlikten muaf tutulurlardı.
Kara Hasan bu sınavda başarılı olmuş ve askerlik yapmak yerine değişik köy ve kasabalarda bir yandan Kur'an eğitimi verirken bir yandan da imamlık yapmaya başlamıştı.
Ağustos ayıydı. 
Ülke, kara günlerin eşiğindeydi. 
Bütün memlekette seferberlik ilan edilmiş ve eli silah tutan herkes vatan savunması için askere çağrılıyordu.
Kara Hasan da Ilgın askerlik şubesine çağrılmış ve Sakarya ilinde bulunan birliğine bir hafta içinde teslim olması için gerekli evrakı teslim almıştı.
Kara Hasan bunun üzerine hemen köyüne geldi, eşiyle ve dostuyla helalleşip en kısa zamanda birliğine katılmak üzere harekete geçti. 
Daha birkaç ay evvel vefat eden eşinin acısıyla yüreği yana yana köyden ayrıldı.     
O günün kıt imkânlarıyla belirtilen zaman diliminde birliğine teslim oldu. 
Bir müddet aldığı talimle çavuş oldu.
Karşılarında Yunan gavuru vardı. 
Bir zamanlar yıllarca Osmanlı idaresi altında yaşayan Yunanlılar o günün güçlü devletleriyle birlik olmuş efendisine başkaldırmış ve Sakarya’ya kadar gelmişlerdi. 
Bu durumu bir türlü içine sindiremeyen insanımız şöyle bir marş söylemeye başlamıştı:
“Ankara’nın taşına bak.
Gözlerinin yaşına bak.
Biz Yunana esir olduk.
Şu feleğin işine bak.”

Savaş 23 Ağustos 1921 günü başlamıştı. 
Birçok cephede düşmanlarla karşı karşıya olan Osmanlı ölüm kalım savaşı veriyordu. 
Savaş on beş gündür devam ediyordu. 
Tüm imkânsızlıklar içinde Osmanlı dişini tırnağına takmış var gücüyle mücadele ediyordu.
Hasan Çavuş bir siperin arkasında hiç gözünü kırpmadan yiğitçe vuruşuyordu. 
Bir ara nasıl olduysa hafifçe başını siperden çıkarmıştı ki…
Önce, kulağında bir çınlama ve baş dönmesi; sonrasını hatırlamıyordu.
Gözünü açtığında bir hastanedeydi. 
Düşman silahından çıkan bir kör kurşun önce nefes borusunun alt kısmından girmiş, sonra da çene kemiğinden geçip kulağının üstünde bir yerden çıkıp gitmişti. 
Birkaç gün bu hastanede tedavi etmeye çalışan doktorlar daha sonra Adana Asker Hastanesi’ne sevk edip orada tedaviye devam edilmesine karar vermişlerdi. 
Çünkü yara çok ağır ve tehlikeli bir yerdeydi.
Altı ay kadar Adana’da tedaviye devam edilmiş ve bir parça iyileşince tekrar birliğine katılmak istese de taburcu edilerek malulen memleketine dönmesine karar verilmişti.

Kara Hasan, asker kıyafetiyle çaresiz memleketine dönmüş ve o yıllarda adet olduğu üzere ilk fırsatta o elbiselerini Ilgın askerlik şubesine götürüp teslim etmişti.
Köyüne gelmişti ama yarası çok sızladığı için hiçbir işe sarılamıyordu. 
İmamlık yapabilirdi fakat kurşun nefes borusundan geçerken ses tellerini kopardığından sesi düzgün çıkmıyordu. 
Maddi yönden kimseye muhtaç değildi ancak o günkü umumi fakirlik onu da etkiliyordu.
Bir cuma günü, Cuma Namazına gitmek için evinde tek başına abdest alırken kapıları çalındı. 
Hayırdır İnşallah diyerek kapıyı araladı. 
Karşısında iki asker vardı. 
Misafirleri içeriye buyur ettiyse de eve girmeyip kapının önünde:
-Seni arıyoruz Hasan Çavuş, sana devletimizin bir hediyesini vermek üzere görevlendirildik. 
Askerlik şubesi başkanımızın selamını da getirdik. 
Devletimiz savaşta aldığın bu yaradan dolayı sana maaş bağlamış. 
Biz ilk maaşın olan 20 Lirayı evine kadar getirdik. 
Bundan sonra her ay bu maaşı sen Ilgından alacaksın, işte maaşın, diyerek sarı bir zarfı uzattılar.

Hasan Çavuş beyninden vurulmuşa döndü. 
Ne yapacağını şaşırmıştı. 
Bir türlü uzatılan parayı alamıyordu çünkü onun inancına göre vatanını savunurken değil yaralanmak, seve seve ölünürdü ama asla maddi bir karşılık beklenmezdi.
Hasan Çavuş:
-Hayır ben bu parayı asla almam, alamam… 
Ben ne yaptıysam Allah rızası için yaptım, karşılığını Rabbimden bekliyorum, dedi ve geri çekildi.
Askerler:
-Hasan Çavuş, biz bu parayı geri götürürsek görevimizi yapmamış oluruz. 
Sen bu parayı bizden teslim almak zorundasın. 
İstemiyorsan yarın askerlik şubesine götür ve komutana teslim et, bu işin başka bir çözümü de yoktur, deyip parayı bırakıp evden ayrıldılar.

Para ortada kalmıştı. 
Öyle bir an geldi ki bu paraya elini sürerse sanki şimdiye kadar işlediği bütün sevaplar uçup gidecekti. 
Bir ara derin düşüncelere daldı. 
Zihninde yaralandığı o korkunç sahneler canlandı. 
Hastanede iyi olması için canla başla çalışan görevliler aklına geldi. 
Devlet bir baba şefkatiyle demek ki kendisini ödüllendirmek istiyordu. 
Bu güzel bir davranıştı. 
Ancak kendisine düşen de bu parayı almayıp yaptıklarının karşılığını sadece Allah’tan beklemekti.
Parayı artık eline alabilirdi. 
Bu para bugünlük kendisinde bir emanet olarak kalacak ve yarın sabah ezanıyla evinden çıkıp 30 km uzaklıktaki Ilgın askerlik şubesine götürüp teslim edecekti. 
Artık rahatlamıştı.
Sabah ezanıyla uyandı, hemen namazını kılıp aceleyle evden çıktı. 
O günlerde haliyle ilçeye araba falan işlemiyordu. 
Yaya olarak kestirme yollardan, dağlardan aşa aşa öğleye doğru ilçeye vardı. 
Askerlik şubesinin önünde dün görüştüğü askerler nöbet tutuyordu. 
Askerlerden biri:
-Hoş geldin Hasan Çavuş, nihayet dediğini yaptın ve parayı getirdin öylemi? 
Biz dün geri dönünce durumu komutanımıza anlattık. 
Gir içeriye, durumu bir de sen anlat, komutan bize pek inanmadı. 
Ben geldiğini komutana haber veriyorum, dedi.

Hasan Çavuş gireceği kapının önüne gelince şöyle kendisine bir çeki düzen verip kapıyı çaldı.
Kapı zaten açıktı. 
Komutan başı önünde bir şeyler yazmakla meşguldü. 
Sesi duyunca başını kaldırdı:
-Gel evladım, gel yaklaş.

Hasan Çavuş askerce bir selam verip komutanın önünde dikildi. Komutan:
-Hasan Çavuş, dün gönderdiğimiz devletimizin sana olan hediyesini kabul etmemişsin, doğru mu bu?

Hasan Çavuş başı önde mahcup bir edayla:
-Komutanım ben asla bu parayı kabul edemem, eğer kabul edecek olursam bütün sevabımı dünyalık üç beş kuruşa satmış olurum. 
Ben yaptıklarımın mükâfatını yalnızca Allah’tan bekliyorum, başka da bir diyeceğim yoktur, diyerek sustu. 
Komutan bu manzara karşısında donup kalmıştı. 
Vatanı için yaptığı fedakârlıklar için hiçbir karşılık beklemeyen bir kahraman vatan evladı vardı karşısında. 
Komutan:
-Evladım istersen şimdi git biz bu parayı geri iade etmeyelim, bir müddet sonra belki fikrin değişir, bak yaralısın, çalışamıyorsun daha sonra gel al, dedi.
Hasan Çavuş:
-Komutanım yıllar geçse de aç kalsam sürünsem de fikrim değişmeyecektir. 
Lütfen beni anlayın. 
Ancak benim sizden bir isteğim olacak, şayet onu lütfederseniz bana dünyaları vermiş olursunuz.

Komutan bu yiğit delikanlının kendisinden ne istediğini çok merak etmişti.
Komutan:
-Hasan Çavuş, 20 lira bugün için iyi bir para. Sen bunu istemiyor getirip iade ediyorsun da bizden ne istiyorsun, gerçekten çok merak ediyorum, dedi.

Hasan Çavuş başı önünde bir müddet sessizce bekledikten sonra:
-Komutanım eğer izniniz olursa askerlik dönüşü size getirip teslim ettiğim avcı yeleğim (asker elbisesi) var ya, onu bana versinler, benim için en anlamlı hediye o olacaktır, dedi.

Komutanın gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
Gözünü Hasan Çavuş’a dikmiş ne diyeceğini şaşırmıştı. 
Bir müddet sonra:
-Evladım o eskimiş elbiseler hala burada duruyor, al götür senin olsun. 
Madem giyecek bir elbiseye muhtaçsın da niçin parayı iade ediyorsun? dedi.

Hasan Çavuş’un gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamıştı. 
Gözlerini bir eliyle sildi: 
-Komutanım, Allah’a binlerce kere şükürler olsun.
Giyecek elbisem de yiyecek ekmeğim de vardır. 
Ancak o avcı yeleği benim için en aziz hatıralarımın sır ortağıdır. 
Vurulduğumda o elbiseye kanım akmıştı. 
Ne kadar yıkadıysam da o kanı çıkaramadım. 
Allah bana şehitlik nasip etmedi ama o makamın ucuna kadar geldiğime o elbise, üstündeki kanıyla şahittir, dedi.

Komutan bizzat kendisi yerinden kalktı ve gidip elbiseyi alıp getirdi. 
Komutan da ağlıyordu.
Önce Hasan Çavuş’un alnından eğilip güzelce öptü ve elbiseyi teslim etti.
Hasan Çavuş elbiseyi bağrına basıp askerlik şubesinden çıkıp köyünün yolunu tuttu. 
O kanlı elbise hayatının en aziz hatırası olarak ölünceye kadar dolabında sakladı. 
Bunu kimse bilmiyordu. 
Zaman zaman o elbiseyi çıkarır öper koklar tekrar dolabına koyardı.

Yetmiş üç yaşında vefat ettiğinde çocukları dolabı açtığında bir bohçaya sarılmış halde o kanlı elbiseyi buldular.
Hasan Çavuş bu olaydan kimseye bahsetmemişti. 
Kendi çocukları bile bu olayı bilmiyordu. 
Sadece en büyük oğlu Kamil’e bir defa olayı detaylarıyla anlatmış ve başkalarına gelişigüzel anlatmamasını tembih etmişti. 
Sandık açılıp kanlı elbise ortaya çıkınca oğlu Kamil diğer kardeşlerine olup bitenleri anlatmış ve gözyaşlarıyla rahmetlinin arkasından dualar göndermişlerdi.

Mustafa Çağıran / Konya 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder