Sayfalar

3 Mart 2022 Perşembe

Kahraman Hoca Katiller Koğuşunda

Gönenli Mehmet Efendi Kitap Kapağı

Yasak devirler cehenneminde, yedi ay birlikte kalmışlar Denizli Hapishanesinde, Üstad Said-i Nursî ile Reisü'l Kurrâ Gönenli Mehmed Efendi, 1943'lerde.

İkisi beraber kelepçelenmişler, birlikte zincire vurulmuşlar Bediuzzaman'la Reisülkurra o zaman.
"Kahraman Hoca" tabirini kullanıyor o tarihlerde Bediuzzaman Gönenli Mehmed Efendi için. 
Daha sonraları, onun "Kahraman Hoca"lığına bir de "Şeyhulkurrâ"lık, "Şeyhulislâm"lik ekleyecektir:
"Bu devrin Şeyhulislâmı sizsiniz" diyecektir.

Bir gün Denizli'de, köylülerin çantalarında Risale-i Nurlar yakalanıyor. 
Yıl 1942 veya 1943. 
Gönenli Hoca'nın da çantasında yakalanıyor, Risâle-i Nurlar.
Ve Gönenli Hoca'yı da, köylüleri de tutukluyorlar.
Sonra, mahkemede, duruşma anında, tabii Said-i Nursî de orada. 
Köylüler, korkularından dolayı yan çizerek: 
-Hakim Bey, bizim bu işten haberimiz yoktur. 
Bu kitapları çantamıza kim koymuşsa koymuş, biz bu işten haberdar değiliz!.. diye ifâde verince, Said-i Nursî epey üzülmüş bu duruma tabii.
Sonra sıra Gönenli Hoca'ya gelince, Gönenli Hoca, Hakime: 
-Hakim Bey, ben Said-i Nursî'yi büyük bir İslâm âlimi olarak bilir, sever ve sayarım.
Risâlelerini okuyup istifâde etmek için aldım ve çok da faydalandım. 
Daha önceleri sadece ismini, resmini ve eserlerini biliyordum. 
Şimdi burada kendisini de görmüş olmaktan dolayı fevkalâde bahtiyarım, diyor.
Bunun üzerine, yanlış olmasın, bir veya bir buçuk sene mahkûmiyet vermişler Gönenli Hoca'ya.
Ondan sonra, hapishanenin müdürü -tabii hocalara bir hürmet var gene de-:
-Hocam, sizi hangi koğuşa vereyim? diye soruyor.
Gönenli Hoca da:
-Beni, idamlıkların, cânilerin, katillerin koğuşuna verin! diyor.
-Hocam, bir yanlışlığınız olmasın?
-Hayır, siz benim dediğimi yapın, onların koğuşuna verin beni, diyor Gönenli Hoca.
Peki Hocam, madem böyle istiyorsunuz, öyle olsun! diyor müdür.
Ve Gönenli Hoca'yı katiller koğuşuna gönderiyor.
Gönenli Hoca: 
-Koğuş, böyle ince uzun salon. 
Gardiyanın beni içeri sokmasıyla, şak diye kapıyı kapatması bir oldu.
Kapı şak diye kapanınca, bütün azılı mahkumlar, ellerinde şakşak tesbihleriyle bana doğru gelmeye başladılar koslak koslak.
Sonradan öğrendim, hapishaneye düşen ve koğuşa giren her yeni mahkumu, ya kendi isteğiyle kuzu kuzu ya da zorla şerle, sille tokat soyar soğana çevirirler, evire çevire döverler ve sindirirlermiş.
Şimdi onlar bana doğru hiç de sağlam olmayan niyetlerle gelmeye başlayınca, hızla oradaki en yakın ranzaya gidip şöyle hafif çömelerek, sağ elimi kulağıma attım ve:

Kahrın da hoş, lütfun da hoş! 
Kahrın da hoş, lütfun da hoş! 
Senden gayrı her şeyler boş! 
Senden özge her şeyler boş!

Gelse celâlinde cefâ,
Yoksa cemâlinde sefa, 
Her ikisi bana şifâ.
Kahrın da hoş, lütfun da hoş! 
Senden gayri her şeyler boş!

Derviş Mehmed sana kuldur, 
İster ağlat, ister güldür, 
İster yaşat, ister öldür..
Kahrın da hoş, lütfun da hoş! 
Senden gayri her şeyler boş!
diye başladım ben ilâhiye. 

Ben ilâhiye başladığım zaman, katiller, elleri havada, hiç kımıldamadan, adeta oldukları yerlere çakıldılar kaldılar. 
Koğuşun sağında ve solunda altlı üstlü ranzalar var. 
Bir ranzada tam karşıda... 
O ranza, Koğuş Ağasının ve en yakın yardımcısının ranzasıymış. 
Tahtları!..

Ben ilâhimi bitirince, baktım, Koğuş Ağası bir işâret verdi etrafındakilere. 
Bir kaş göz işaretiyle, iki kişi geldi ve beni kollarımdan tutarak havaya kaldırdılar ve hızla o karşıdaki ranzanın üst katına Ağa'nın tahtına oturttular.
Ondan sonra, başlarında Koğuş Ağası, hep birlikte geldiler ve şöyle ranzaya yakın bir yerde durdular.
Koğuş Ağası, bana: 
-Hocam, ben bu hapishanenin Ağasıyım!.. 
Ben ne der, ne istersem o olur burada. 
Şu andan itibaren benim akıl-fikir Hocam sensin. 
Bundan sonra sen ne dersen o olacak burada, dedi.
Şöyle bir baktım kalabalığa. 
Hepsi de feleğin çemberinde çalkalanmış, kaza-kader köprülerinden aşağılara yuvarlanmış, dertleri zevk, belâyı şevk edinmiş cemiyet ve sistem kurbanla 22-23 yaşlarında bir babayiğit Koğuş Ağası. 
Şöyle baktım baktım: 
-Peki oğlum, hepimiz birer, abdest alalım ve namazla başlayalım öyleyse! dedim.
O andan itibaren, elhamdülillâh namaza başladık, başlattık ama, bunun böyle Koğuş Ağası zoruyla olmayacağını bildiğim için, ders vermeye başladım ben. 
Ders yapıyoruz artık, yazılı ve sözlü ders. 
Okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma öğrettim Osmanlıca. 
Küçük küçük kitapçıklar, ilmihaller meydana getirdik orada. 
Bir çoğu zevkle, şevkle bir şeyler okudular, öğrendiler Elhamdülillâh.
Ondan sonra, onların pek çokları, yüce Mevla'nın izn ü keremiyle hapislerden, idamlardan kurtuldular da, Denizli civarındaki köylerin imamları oldular.

Gönenli Mehmet Efendi

O devirler, kaht-ı ricâl (adam kıtlığı) devirleriydi. 
İmamlık yapacak, cenaze yıkayacak adam bile kalmamıştı bazı yerlerde.
Denizli Hapishanesini tam bir mektebe çevirmiştik o zaman Elhamdülillâh. 
Bir taraftan biz, bir taraftan Üstad Nursî, medreseye çevirdik orayı Elhamdülillâh.

Bir gün, bir gece, mübarek Muharrem gecelerinden birinde, Muharrem-i Şerif'in dokuzu veya onu... 
Gece kalktım, maltızda kömür tutuşturmaya çalışıyorum. 
Baktım benim takırtıma Ağa uyandı. 
Koğuş Ağası... 
İlk günlerimiz, ilk haftalarımız daha, fazla bilgileri yok.
Kalktı, yanıma geldi: 
-Hayrola Hocam, uyku mu tutmadı yoksa? dedi.
Hayır oğlum, yarın oruç tutacağım da, sahur yemeği hazırlamam lâzım!
-Ne orucu Hocam, Ramazandan başka oruç var mı? 
-Var oğlum, var; Muharrem orucu! 
Farz değil ama, Peygamber Efendimizin sünnetidir.
Sonra, öbürlerini de kaldırdı Ağa: 
-Kalkın arkadaşlar, Hocalar oruç tutacaklar yarın, biz de tutalım! dedi ve diğerlerini de kaldırdı.
Ondan sonra, maltızlar yakıldı, yemekler yapıldı, çaylar demlendi derken koğuşta öyle bir şenlik başladı ki Elhamdülillah. 
Öyle böyle derken gönülleri yumuşadı, zihinleri açıldı da, nurlar saçıldı içlerine de, dışlarına da Elhamdülillâh.
Sonra hikmet-i Hüdâ, af çıktı da pek çokları hapisten, idamdan kurtuldular ve memlekete faydalı oldular Elhamdülillâh.
Kudretine, azametine pâyân olmayan Mevlâ-yı Müteâl isteyince neler olmaz ki Konyalı? 
O isteyince neler neler olmaz ki? 
O isteyecek, illâ o isteyecek. 
Hatta öyle ki, bizim istememizi de o isteyecek. 
O istemezse biz isteyemeyiz bile zaten.
Elhamdülillâh, istetti, istedik, verdi, çok şükür...

* Gönenli Mehmet Efendi, Mustafa Özdamar, Sh. 18-19-24-25-26-27-28


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder