Sayfalar

4 Haziran 2022 Cumartesi

Habbâb’ın Aşkı

Rasûlüllah tarafından İslamiyet’in dış ülke hükümdarlarına tebliğ edilirken, tebliğ yapılan hükümdarların bir kısmı bu tebliği kabul ediyor bir kısmı kabul etmiyor, bir kısmı da kabul etmediği gibi ya elçileri öldürtüyor ya da elçilere eziyet edip mektupları yırtıyordu. 
İşte bu tebliğlerden biri de Arap kabile reislerinden birine yapılmıştı. 

Bu yapılan tebliğe karşılık elçiyi bir hayli hırpaladıktan sonra kaldırın şunu önümden, atın bir yere! diye emretmişti. 

Mektubu derhal sultanın önünden aldılar.
Mektup yırtılmadan sarayın hazinesinde bir sandığa kaldırılmıştı.
Fakat yırtıp atmadılar.
Diğer evrakla beraber onu da sarayın hazinesinde bir sandığa koydular. 
Bu küstah, kendini bilmez sultanın, Habbâb isminde bir de oğlu vardı. 
Daha yaşı genç olup babasının yerine sultan olmaya hazırlanıyordu.
Ne isterse kendisinden esirgenmeyen sarayın tek oğlu idi. 
Bir gün sarayın hazinesine girdi. 
Orada evrakı karıştırırken, sandık içinde saklanmış olan mektubu gördü. 
Büyük bir dikkatle alıp okudu. 
Fakat hayret! 
Okudukça içinde bir ateş hissediyor, tekrar tekrar okuyordu: 
“Bu mektubu buraya neye koymuşlar acaba?... 
Ne güzel bir mektup bu. 
Hem Allah elçisi olduğunu bildiriyor, kendi dinine davet ediyor, hem de dinine girmek isteyenlerden hiçbir şey talep etmediğini bildiriyor... 
Ne güzel sözler bunlar. 
Demek bizim tek yaratıcımız var, O'nun da yer yüzünde bir elçisi var” diye söyleniyordu kendi kendine. 
Çünkü Mektubta: 
“Ey hükümdar! 
Kendini insanlara Allah olarak taptırma! 
Senin ve bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah'a iman et ki, dünya ve ahirette kurtuluşa eresin. 
O tapındığınız putlar ve siz, cehennemin ateşi olmaktan kurtulun” diye yazılı idi. 

Henüz genç yaşta olan Habbâb, mektupta ta'rif edildiği üzere orada iman ederek: 
-Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühü ve Rasûlühû, diyerek şehadet getirdi. 

Mektubu okuyup iman ettikten sonra, bu halinden babasına bahsetmek istedi ise de, babası onu konuşturmuyor, hemen sözünü keserek: 
-Oğlum sakın ona aldanma! sen zevk-ü sefâna bak, sen benim yerime geçecek, bu milletin reisi olacaksın. 
Öyle ne idüğü belli olmayan birisine inanırsan yazık edersin, diyerek kendince nasihat ediyordu. 

Fakat Habbâb'ın kafasına girmiyordu böyle sözler.
O bir kere inanmıştı Allah'a ve O'nun Râsûlüne... 
Oğlunun dâvâsından dönmediğini gören babası, ona bizzat kendisi ceza vermek istedi. 
Ayakları altına alarak, öldürmeye kastedercesine dövmeye başladı. 
Öyle çok dövüyordu ki, elinden vezirleri zor aldılar. 
Bu kadar yaptığı eziyet yetmiyormuş gibi , bir de cellatlarına emrederek: 
-Buna ne işkence yapılmak mümkünse yapın, imanından dönmez bizim yolumuzu kabul etmezse en sonunda kellesini kesin, diye emretti. 
Celladlar alıp götürdüler... 
Öyle işkenceye tabi tuttular ki, dille tarifi mümkün değil. 
Üç dört gün kızgın çöllerde su çektirdiler, bir lokma ekmek bile vermiyorlar, ancak bir miktar tuzlu yiyecek veriyorlar, bir damla su içirmiyorlardı: 
-Ya dininden dönersin, yahut bu işkencelerden sonra senin kelleni keseceğiz, diyorlardı.
Ama ona hiçbir şey tesir etmiyor, "La ilahe illâllah" diyor başka bir şey demiyordu. 
Üç dört gün süren işkence den sonra, hâlâ davasından dönmediğini görünce, artık idama karar verdiler. 
Fakat idamı ile görevlendirilen cellada öyle bir uyku gelmişti ki, ne yapsa uykudan kurtulamadı.
Habbâb ise kalın zincirlerle bağlanmıştı. 
O anda olmasa bile; yarın mutlaka idam edilecekti. 
Günlerce aç-susuz bu kadar işkenceye tabi tutulan, her tarafı kan revan içinde kalan Habbâb Hazretleri, Allah'tan başka bir yardım isteyecek kimse bulamıyordu. 
Ellerini Allah'a açarak şöyle yalvardı: 
-Ya Rabbi! 
Halim sana ma'lum.
Ben sana inandığım, senin Rasûl’ün Hazreti Muhammed'e inandığım için bu ezaya tabi tutuluyorum. 
Beni bu belâdan ancak sen kurtarırsın. 
Öleceğime değil, Kâinâtın Nûru, Habibin Muhammed Mustafa'yı görmeden bu âlemden gideceğim için hüzünlüyüm. 
Beni ismine aşık olduğum Rasûlüne, bir an önce kavuştur da ondan sonra ne olursa olsun, Ya Rabbi! diye yalvarmaya başladı. 

Onun, bu hulûsî kalb ile yalvarışı; arş-ı âlâyı titretmişti. 
Cenâb-ı Allah, hemen Cebrail Aleyhisselam’ı göndererek dileğinin yerine getirilmesini emretti. 
Cebrail Aleyhisselam geldi. 
Habbâb'ın bağlı olduğu zincir sanki çürümüş bez parçaları gibi dağılmaya başladı. 
Zincirden kurtulan Hazreti Habbâb, hiçbir şey düşünmeden olduğu haliyle Medine tarafına koşmaya başladı. 
Öyle gidiyordu ki, sanki rüzgâr estiriyordu. 
Yetmiş konaklık mesafeyi bir gecede aldı. 
Yırtılmış elbiseleri, kan çamur içinde kalmış vücudu ile Medineye erişti. 
Fakat nasıl bulacaktı mahbubunu? 
Medine’nin sokaklarından birinde ağlayarak gezerken Amr bin As Hazretlerini gördü. 
Amr Hazretleri: 
-Evladım nedir senin bu halin? 
Sen aşık olmuş birisine benziyorsun. 
Derdini bana anlat, açsan sana yemek getireyim, çok perişan bir haldesin. 
Günlerdir yemek yememiş bir halin var, deyince, genç delikanlı:
Hayır, benim arzuladığım ne yemektir, ne de başka bir dünya malı, diye cevap verdi.
Hz.Amr, anladı onun Peygamberimize ve Onun yoluna âşık olduğunu.
-Ben Hz. Muhammed'e iman etmiş bir müslümanım, sırrını bana söyle kardeşim. 
Kimseye söylemeyeceğime dair söz veriyorum, deyince Habbâb Hazretleri eline sarılarak: 
-Beni Hazreti Muhammed'e götür, dedi. 
Tam bu esnada Cenâb-ı Allah Cebrail’i göndererek Peygamberimize haber vermiş, uzaklardan bir misafirin geldiğini ve karşılamasını ta'lim buyurmuştu. 
Hazreti Peygamberimiz, orada bulunan ashabıyla beraber, Medine sokaklarından huzuruna gelmekte olan Hazreti Habbâb'ı karşıladı. 
Ona sadâkatinden dolayı iltifatlar etti: 
-Hoş geldin fedakâr oğlum Habbâb!, diyerek kucakladı, bağrına bastı. 
Hazreti Habbâb, artık sahabî olmuştu. 
Başından geçenleri Server-i Kâinat Efendimize anlattı ve babasının mülkünde esir muamelesi görürken, işkenceye tabi tutulurken Peygamberimize karşı olan aşkını ifade eden şiirini tekrar Rasûlüllah'a okumaktan kendini alamadı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder