Sayfalar

7 Ekim 2022 Cuma

Basralı Zengin Aile'nin Oğlu

Basra şehrinde bir zengin aile vardı. 
Mallarının hesabını Allah bilirdi. 
Fakat Allah onlara ne kız, ne de bir erkek evlat vermişti.
Bunların dünyada dilediği bir evlat idi. 
Bunlar dileklerine ermek için fukaraya ve zaiflere külliyetli miktarda hayır hasenat yaptılar, çok dua aldılar. 
Bir zaman sonra, Allahü Teala bunlara öyle güzel bir erkek evlat verdi ki... 
Sanki gökten ay inmiş hanelerine girmiş idi. 
Hz.Yusuf kadar güzeldi. 
Anası ve babası şad olmuşlardı. 
Allah’a şükredip fakir-fukaraya tekrar şükran borcu olarak sadakalar ve ziyafetler verdiler. 
Bir müddet sonra her fani gibi, baba Allah’ın Rahmetine kavuşup ameli ile baş başa kaldı. 

Bu güzel çocuk, anası ile fanide kaldılar, çocuk günden güne gelişip, güzelleşiyor idi. 
O kadar güzelleşti ki, onun yüzünü gören aşık oluyor, ondan ayrılmak istemiyor. 
Güzelliği fitne olmuştu. 
Akıbet yüzünü nikab, yani yüzünü örtü ile örtünüp öyle dolaşmaya başladı. 
Zira, gözlerin bakışından emin olmak için böyle yapmayı uygun bulmuşlardı.  
Günlerden bir gün, bu hatun oğlu ile bir işe giderken, Basra’nın büyük camiinde namaz kılmak için mescide toplanmış, Basra’nın alimlerinden halkın sevdiği ve saydığı velilerden Abdullah bin Zeyd* Radıyallahü Anh vaaz ediyor, halk huşu içinde bu Varis-i Nebî'yi dinliyordu.
Namazlarını kılıp onlarda, bu dersi dinlemek üzere oturmaya karar verdiler. 
Zira bu derste iki cihanda muratlarına nail olmak muhakkaktı. 
Zira bir Vâris-i Nebî Allah’ın kitabından, Nebi Alehisselamın siyerinden bahsedecekti. 
Alim, kürsiye vakar ile oturup, orada bulunan hafızlardan birine Kur’an-ı Kerim'in bir suresinden tilavet etmesini işaret etti. 
Kârî, yanık sesi ile Sûre-i Furkan’dan okumaya başladı. 
Bütün meclis nefes bile almıyordu. 
Bir tek vücud haline gelmişti. 
Mealen: 
Ve onlar ki,”Rabbimiz ! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl!”derler.
İşte onlar, sabretmelerine karşılık Cennet’in en yüksek makamlarıyla mükafatlandırılacaklar, orada hürmet ve selamla karşılaşacaklardır. 
Orada ebedi kalacaklar. 
Orası ne güzel bir konak ve ne güzel bir makamdır. (Furkan Sûresi, Âyet:74/76) 

Abdullah bin Zeyd Hazretleri, bu ayetin tefsirine başladı: 
Allah’ü Teala Cennet’te köşkler, saraylar ve haymeler yarattı ve arşı alasının altında muallaktır. 
Allahü Teâlâ, bu dünyayı ve yıldızları direksiz yarattığı gibi, bu köşkleri, sarayları da direksiz yaratmıştır. 
Hava boşluğunda bulut gibi, havada durur. 
Cennet ehli Cennet’ten bu sarayları görürler. 
Dünya ehlinin yıldızları gördüğü gibi... 
Bu havada muallakta duran sarayların üçyüz kapısı vardır. 
Her kapısı altındandır. 
Üzerleri yakut ve pırlanta ile işlemelidir. 
Ne gözler görmüş ne de kulaklar işitmiştir. 
Kalbi beşer dahi hatırına getirmemiştir, gelemez de. 
Bu köşklerin kapısı açıldığında Cenab-ı Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem ile Hz.İbrahim Halil'in mübarek cemalini görüp şad olurlar. 
Her bir köşkte bir taht kurulmuş, her bir tahtın üzerinde nurdan döşekler döşenmiş ve her tahtın önünde bir ırmak akar. 
Kardan soğuk, baldan tatlı, miskten daha güzel kokuludur. 
Her tahtın önünde bir huri oturur. 
Ol hurinin her birisi dört türlü nesneden yaratılmıştır. 
Başından bağrına kadar kâfûrdan, göğsünden göbeğine kadar amberden ve göbeğinden dizine kadar miskten, dizinden ayağına kadar safrandan yaratılmıştır. 
Her birisi Cennet libası giymiştir. 
Yüz kat Cennet kumaşlarından elbiseler ihsan olunmuş. 
Türlü, türlü renk ve desen ki, dil ile tarif olunamaz ve vasfa gelmez. 
O hurilerin güzel vücudları o giydikleri elbisenin şeffaflığından dışardan bakıldığında görülür. 
Yakut tesbihin içinde ipliğin görüldüğü gibi. 
Her tahtın karşısında Cennet hizmetcileri, vildanlar el pençe divan durmuşlar, ellerinde buhurdanlıkla buhur yakıp etrafa güzel kokular neşrederler. 
Bir kısmının ellerinde o hurilerin takacakları ziynetleri tutarlar. 
Eğer O hurilerin bir tanesi dünyaya yüzlerini gösterselerdi, iki yanaklarının nuru ayı karartır, güneşi mat ederdi, dediğinde; Çocuğun annesi bu sözleri bu alimden işitince: 

-Benim oğluma bu hurilerden başkası eş olamaz, işte oğluma alacak kızı şimdi buldum, deyip ayağa kalktı ve Abdullah bin Zeyd’e hitap edip:
-Ey Müslümanların İmamı! 
Allah sana rahmet eylesin. 
Bu güzel makamlar ve bu güzel hurileri Rabbimiz kimlere ihsan edip verecektir? dediğnde. Abdullah bin Zeyd şöyle ifade etmeye başladı:
-Şu sıfata nail olan mü’minler, onların hakkını verip bu nimetlere ererler. 
Kadın dedi ki:
-Onların hakkı nedir? 
Alim devam etti:
-Dünyada günah işlememektir, 
Allah’ın emirlerine itaat etmek, yapma dediklerinden kaçınıp yapmamaktır. 
Gece namazı kılmaktır, gündüz oruç tutmaktır, Allah yolunda canını feda etmektir.
İ'lâ-yı Kelimetullah için, namus, mukaddesat için kafire kılıç vurmaktır. 
Bu amelleri icraat edip de, gece ve gündüz de Rabbilerine dua edip, "Ey bizim Rabbimiz! 
Sen bizim kadınlarımızı ve çocuklarımızı doğru yol olan Din-i İslâm'da sabit-i-kadem eyle ve bize onları itaatkar kıl. 
Senin şeriatına muhalif ameller işlemesinler. 
İman ile göçüp, biz onları Cennet’te görüp; gözlerimiz, gönüllerimiz ferahlanıp, nurlansın" diyen zümre yani, aile ve efradını hak yoluna sevk edip onların ahiretini temin edenlere bu nimetler ihsan olunur.
Yine ibadete doyamayıp da;
-Yarabbi! Bize öyle hidayet et ki, bizi Allah’tan korkanlara önder eyle. 
Rabbilerine ibadet edip böyle diyenler bu makama sahiptir.

Ders bitmişti. 
Kadın evine geldi. 
Kırk bin altın alıp mescide döndü. 
Abdullah bin Zeyd’e teslim etti ve dedi ki:
-Ey Müslümanların imamı! 
Bunları al, verdiğin derste müjdelediğin makam ve hurilere müjdelik olsun. 
Al bu malı hak yoluna fukaraya sadaka eyle, dedi. 

Bir zaman sonra, gaza ilan olunmuştu. 
Bu mü’minler için bir düğün haberi idi. 
Her taraf gazaya hazırlanıyordu. 
Abdullah bin Zeyd Hazretleri de, dervişlerini toplayıp gazaya hazırlanıyordu. 
Başına kalabalık bir halk cem olmuştu ki, mezkur kadın oğlunun elinden elinden tutmuş olarak huzuru şeyhe geldi:
-Ey Müslümanların imamı!. 
Oğlumu sana getirdim senin ile gazaya gitsin, diye ricada bulundu. 

Hz.Şeyh kabul edip, çocuğa güzel bir at aldılar. 
O güzel delikanlı elinde süngü, belinde kılıç, başında tolgası, üzerinde sarığı ile, bir aslana benziyordu.
Anası arkasında:
-Seni Allah’a ısmarladım. 
Şimdiden gazan mübarek olsun. 
Çabuk dön ki, Hak Teâlâ seni o güzel makamlara ve hurilere kavuştursun, diye sevinç göz yaşları döküyordu. 

Abdullah bin Zeyd anlatıyor: 
Sahralar, dağlar, dereler, ırmaklar geçildi. 
Rum toprağına varılıp, düşman ile karşılaşıldı, kafirler ile müslümanlar karşılıklı saf bağladı. 
Bir tarafta, hafızlar Kur’an okumaya, bir tarafta dervişler yüksek sesle tevhid etmeğe başladı. 
Gulgule-i-Tevhid, Allahü Ekber sedası arşı alaya yükseldi. 
Süvariler atlarını mahmuzlayıp düşman üzerine yüklendiler. 
Artık, iki taraf bir birine kıyasıya saldırıyor, mü’minlerin “Allah, Allah” sedaları, kafirin ise “Hura” naraları birbirine karışıyordu. 
Bizim genç, güzel gazimiz yüzünden nikabını atmış, süngüsünü atının kulakları arasında tutmuş, süvarilerin en önde kafir askerlerine karşı at sürüp, öyle kahramanca cenk ediyordu ki, nice harp görenler böyle cenk ve hamleleri yapamazdı.
Gözlerini semaya dikiyor, bakıyor. 
Tekrar saldırıyor, Rütbe-i Şehadeti arıyordu. 
Bana korku gelmişti. 
Zira, öyle harp olmazdı. 
Çünkü kendini helak ettirmek istercesine dövüşüyordu. 
Koşarak yanına vardım: 
-Yiğidim, canım, harp öyle yapılmaz! 
Cihad; düşmanı harp harici etmektir. 
Sen kendini feda etmeye uğraşıyorsun.
Böyle çabuk hamle yapma. 
Kendini koruyarak, yorulmayarak yavaş yavaş cenk ed. 
Kendini koru. 
Arkadaşlarından ayrılıp ileri gitme. 
Zira henüz cenk ahvalini bilemezsin. 
Korkarım ki sana bir zarar erişir, dediğimde:

-Ey Şeyh-i Aziz! 
Benim gördüğümü gören, can feda etmek değil, bin canı olsa fedaya hazırdır. 
Ben dedim ki:
-Ne görüyorsun? 

Bana sevine sevine anlattı: 
-O gün mescidde vaaz ettiğin zaman, bize müjdelediğin şeyleri işitmiş fakat görmemiştik. 
Şimdi o söylediğin makamları ben görüyorum. 
Rasûlullah Aleyhisselam bana ağuşunu açtı. 
İbrahim Halilullah bana selam veriyor, beni çağırıyor. 
Yetmiş kadar huri, Cennet burçlarından bana bakışıp gülüyorlar ve beni çağırıyorlar. 
"Seniniz, senin gelmeni bekliyoruz" diyorlar, dedi. 

Ben bu sözleri işittiğimde gözlerim yaşardı, ağlamaya başladım. 
O hemen atını mahmuzladı. 
Tekbir getirdi. 
“Allahü Ekber, Allah, Allah” deyu kafirlere öyle bir saldırdı ki, kafiri kıra, kıra düşman askerlerinin içine kadar gitti. 

Çakal sürüsüne saldıran aslan gibi kafir askerini dağıtıp, yine onları kıra kıra yanıma geri geldi ve bana şöyle hitap etti: 
-Bize şehadetin ne mertebe olduğunu sen öğrettin. 
Şehid olacağımdan mı korkuyorsun? 
Bu rütbeyi benden mi esirgiyorsun? dedi. 

Ben cevap verdim: 
-Ey gözümün nuru. 
Senin şehadetinden, şehid olacağından ağlamıyorum. 
İslam böyle bir bahadırı kaybeder diye yakınıyorum. 
Sen ebedi hayata kavuşursun. 
Fakat bizim gözümüzden nihan (sır) olursun. 
Gaziler de böyle makama erişirler. 
Hem ağlayışım sana gıpta etmemdendir. 
Sana imreniyorum, dedim. 

O,:
-Hayır hayır, ey Şeyh-i Aziz! 
Bu nimeti terk etmem. 
Bu yüce iltifata erdikten sonra tekrar dünya hayatına meyl etmeme imkan yoktur. 
Bak beni çağırıyorlar, dedi. 

Hava iyice ısınmıştı. 
Başından miğferi, sırtından zırhını çıkardı, elinden süngüsünü attı. 
Kılıcını aldı. 
Tekbir getire, getire kafire öyle bir kılıç vurdu ki, dil ile tarif edilemez. 
Çok kafiri kırıp, Allah, Resul ve Kur’an düşmanının canlarını Cehennem’e yolladı. 
Düşman, zaten kendisine zayiat veren bu kahramanı kolluyormuş ki, tekbir alıp tekrar, tekrar düşman içine dalmasını fırsat bilip, etrafını çevirdiler. 
Yüzlerce düşman süngüsünü ve kılıcını birden o yiğide vurdular. 
Her tarafı kan içinde kalmıştı. 
Akibet o Beyt-i-Hüda attan aşağıya yıkıldı. 
Müslüman askerler bu hali görünce bir ağızdan tekbir ve tehlil ile düşmana öyle bir hücum ettiler ki, ta ikindi vaktine kadar süren bu cengi azimde deryalar gibi kan aktı. 
Dağlar gibi cesetler yığıldı. 
Nihayet düşman bozulmuştu. 
Sanki o bahadırın, şahadeti zafer bekliyordu. 
Düşman bozulmuş, kaçıyordu. 
Cesetler ve yaralılar arasında o yiğidi buldum. 
Sırt üstü yatmıştı. 
Gözünü arşı alaya açmıştı. 
Kanlara gark olmuş, mübarek boğazından hala kan akıyordu. 
Bir mübarek koku dimağımı doldurdu. 
İki gül yanağı henüz solmamıştı, nuru parlıyordu. 
Gözlerim kamaştı. 
Dudakları oynuyordu. 
Dinledim; “La ilahe illallah” diyordu. 
Gözlerini açtı, bana baktı. 
Eliyle semayı gösterdi, tebessüm etti. 
Bana sanki; “Ben muradıma nail oldum” diyordu ve öylece kaldı. 
O mübarek şehidi kucağıma aldım, bir münasip yere kabir kazdım. 
Kanı ile defin ettim, namazını kıldım. 

O gece anası dahi rüyasında oğlunu görmüş.
Bir taht kurulmuş, ol tahtın azametini, vasfını Allah’tan başka kimse bilemez. 
O yiğit, o tahtın üzerine oturmuş. 
Annesi der ki:
-Ey ciğerparem! Ne haber? 
Allah Celle sana nasıl muamele etti?

Şehid der ki:
-Ey anneciğim! 
O güzel makamlar ve huriler bana verildi. 
Muradıma nail oldum. 
Şehid olduğum an, bana verilen huriler benim kudümüme hazır imişler. 
Hemen beni kucakladılar, Cennet’e götürdüler, dedi. 


* Abdullah ibni Zeyd Radıyallahu Anh; "Sâhibü'l-Ezân" lakabıyla tanınan bir sahâbi... 
İslam'ın şiârı, en büyük alâmeti olan "Ezân-ı Muhammedî"nin okunuşunu rüyasında öğrenen bir yiğit... 
Rasûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimizden ezan ile ilgili Hadis-i Şerif'i rivayet etmekle meşhur olmuş bir iman eri.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder