Sayfalar

28 Nisan 2010 Çarşamba

“İzmir’i bombalayın!”

Roosevelt emir verdi:
Tarihlerimiz yazmaz ama 1897’de İzmir limanına izinsiz girmeye kalkan “Bancroft” adlı ABD savaş gemisine kıyıdaki topçularımız tarafından ateş açılmıştı. (Muhtemelen bir ABD gemisine açtığımız son ateştir bu. Kaynak: “Roosevelt and the Sultans”, Willam James Hourihan’ın 1975’te Massachusetts Üniversitesi’nde hazırladığı doktora tezi, s. 148.) O sırada İspanya ile uğrayan ABD bunu yutmuş göründü ve hesaplaşmayı erteledi.
1901’de başkanlık koltuğuna oturan Roosevelt, Osmanlı’ya gereken dersin verilmesini, hatta gerekirse bir savaş açılmasını bile düşünmüştü. Osmanlı donanması, ABD’nin devasa savaş gemilerini durdurma kudretinden mahrum değil miydi? Bir filo gönderirdiniz, olur biterdi. Ancak uyanık birisi olduğunu anladığımız Savaş Bakanı Elihu Root uyardı kendisini. Bu Türkler kolay lokma değillerdi. Evet Türklerin deniz kuvvetleri dökülüyordu ama kara kuvvetleri “kaya gibi sağlamdı” ve teke tek kaldıklarında “Türklerin eline değme Avrupa askeri su dökemezdi”.

Beklenen fırsat, 1903’te, Beyrut’taki Amerikan konsolosuna suikast düzenlendiği tevatürüyle gelmiş oldu. Derhal 2 kruvazör yola çıkarıldı; ancak daha yoldayken haberin yalan olduğu anlaşıldı. Bir kere yola çıkılmıştı, gemilerin yollarına devam etmesi kararlaştırıldı. Ağustos ayında İstanbul’dan gelen haberler, gemilerin halk üzerinde büyük bir etki yaptığını söylüyordu. Yoksa Beyrut bombalanacak mıydı?
Neyse ki beklenen olmadı. Her zamanki gibi sessiz ve derinden bir politika yürüten Abdülhamid, isteklere açıkça karşı çıkmamakla birlikte ya geciktiriyor ve savsaklıyor ya da ani bir çıkış yaparak Amerikalıları şaşırtıyor ve daima süre kazanıyordu.
1904 yılına gelindiğinde gemiler tehdit olmaktan çıkmış, birer sıkıntı unsuru olmuşlardı. Ne misyonerler konusunda bir adım attırılabilmişti Abdülhamid’e, ne de herhangi bir söz alınabilmişti. Artık gemilerin geri çağrılması gündemdeydi. Büyükelçi Leishmann Beyaz Saray’ın tavsiyesiyle, misyoner okulları konusunda Başkan’ın ‘hassasiyetleri’ni iletti Babıali’ye ve Sultan’a. İşte gemiler geri çekilecekti ve bu, Başkan’ın iyi niyetinin bir göstergesiydi! (Osmanlılar da saf değillerdi tabii; bunun zevahiri kurtarmaya yönelik bir manevra olduğunu Amerikan gazetelerinden okumuşlardı.) Açıkçası her iki taraf da ayak sürüyordu. Roosevelt, ülkesindeki misyoner cemiyetlerinin baskısı altındaydı, Abdülhamid ise devletinin onurunu korumak peşindeydi.
Nisan 1904’e geldiğimizde Roosevelt’in deniz gücünü yeniden kullanmaya karar verdiğini görüyoruz. Bu defaki gösteri daha görkemli olmalı ve Sultan şartları kabul etmek zorunda kalmalıydı. Osmanlı tarafı tavize yanaşmayınca Başkan “büyük sopa”sını çıkarmaya karar verdi. Sert bir telgraf çekti saraya. Misyoner okullarının serbest bırakılması için Başkan’ın son uyarısıydı bu. Olumlu cevap geleceğini umuyordu ama Abdülhamid’in bitmez tükenmez oyunlarını da unutmamıştı henüz. Bekleyecek ve görecekti.
Filonun yaklaştığı haberleri, Yıldız Sarayı’nı alarma geçirmişti. Roosevelt de ne yapacağından tam olarak emin değildi. Bir bakanlar kurulu toplantısında Abdülhamid’in oyalama taktikleri karşısında öfkeye kapılarak İzmir’in bombalanmasını emretti. Bakan Hay’ın buna itirazı gecikmedi: İzmir’e ateş açsa ne olacaktı? Sonuçta o yıl seçim yapılacaktı ve adetleri 5’e çıkan gemileri geri çağırmak zorundaydılar. Anlaştılar: Gemiler gidecek ama ancak istekleri kabul edilmezse ateş açacaklardı.
Mutlaka bir netice. Ama nasıl? Kimse bilmiyordu… Başkan 1903’te diş geçirememişti Abdülhamid’e, işte bu sefer daha büyük bir filo göndermişti ama onun sürekli oyduğu labirentlerde bir yılını daha kaybetmek üzereydi. 5 Ağustos’ta kabineyi sırf bunun için topladı. Beyaz Saray’ın gündemine oturmuştu Osmanlı’nın baş eğmeyen tutumu. Bu sefer daha güçlü olan Avrupa filosunu İzmir’e gönderecek ve işi bitireceklerdi. Devlet Bakanı Hay ile bir akşam yemeği yiyen Roosevelt, gece boyunca Abdülhamid’in gizemli tavrını çözmeye çalışmıştı.
Gemiler İzmir’e yaklaştıkça İstanbul’daki görüşme trafiği de sıklaşıyor, Leishmann ile Tevfik Paşa arasında çözüm önerileri gidip geliyordu. Abdülhamid bu defa işinin kolay olmadığını anlamıştı. İki defa atlattığı gemi krizi, bu defa dalgalar halinde üzerine geliyordu. Karar verdi: Çatışmaya gerek kalmadan bu iş halledilmeliydi.
Nihayet Büyükelçi huzura çağrıldı ve misyoner okullarının kapitülasyon haklarından yararlandırılacağına söz verildi. (Ne var ki, Sultan’ı Roosevelt bile bu konuda Kur’an üzerine yemin ettiremedi.) Buna karşılık, ABD’nin İstanbul’daki ortaelçiliği büyükelçilik düzeyine yükseltme talebine olumsuz cevap verildi. Gerekçe olarak, devletin içinde bulunduğu mali durum gösterilmişti. Kendilerinin Washington’da büyükelçilik açacak imkânları yoktu; bu durumda Amerika’nın da açmasına izin veremezlerdi!
Böylece zorunlu bir taviz verilerek ve bir taviz verilmeyerek (1-1 berabere!) tırmanan bu kriz de halledilmiş oluyordu. 15 Ağustos 1904 günü savaş gemileri, bombalamak için geldikleri İzmir limanından ağır ağır uzaklaşırken, Yıldız Sarayı’nda 28. yılını doldurmaya hazırlanan Sultan, yaklaşan yeni bir tehlikeyle yüzleşmeye hazırlanıyordu. Bir yıl sonra camisinde patlayan bomba, ona etrafındaki kuşatmanın yalnız dışarıdan değil, içeriden de daralmakta olduğunu hatırlatacak ve düşünce keselerine yeni ihtimalleri koymaya zorlayacaktı. Abdülhamid’in kurtlarla dansı devam edecekti
MUSTAFA ARMAĞAN – 26.02.2006 zaman/turkuaz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder