1 Mart 2010 Pazartesi

ÜÇ KIZLAR

Konya'da Mevlânâ türbesinin arka bahçesinde dizi dizi mezar taşları vardır. 
Mevlevîler, bu mezarlığa Hâmuşân (susanlar) der. 
Bir çok Mevlevî büyüğü burada yatar.

Bahçe duvarının arkasındaki ikinci mezarlığın adı ise Üçler Mezarlığı'dır. 
Üçler Mezarlığı, sanduka biçimindeki üç Selçuk mezar taşından dolayı bu adı almış. 
Mezarlığa üçler dendiği gibi, Üç Kızlar Şehitliği de denir.

Konya ve yöresi halkı evlenme, çocuk doğurma, sevda konularında başları sıkıştığında, üç kızlar şehitliğine gider burada Allah'a niyazlarda bulunur.

1144 yıllarında Saint Bernard adında mutaassıp bir rahip, Avrupa'da kapı kapı dolaşarak II.Haçlı seferi'ni yapabilmek için adam ve para topluyor.
Fransa Kralı VII.Lui ve Almanya İmparatoru III.Konrad, ordularını dizip Kudüs'ü işgal etmek üzere yollara dökülüyor.
Anadolu'ya geçiyorlar. 
Ordular, o çağların geçit şehirlerinden biri olan Konya Kalesi etrafında birleşiyorlar. 
Ve şehir çok sıkı bir kuşatma ile çevriliyor.

Lui'nin ve Konrad'ın orduları, oraya kadar esaslı bir direnmeye uğramadıkları için yıpranmamışlar, teçhizat bakımından da hayli güçlüler.

Konya, çok ciddi bir tehlike ile karşı karşıya. 
Neredeyse kale düşecek, şehir gidecek.

Kaleyi savunan Selçuklu ordusunun en bahadır ve imanlı gençleri doğudaki kale kapısından "Küffâr" üzerine amansız saldırılar yapıyorlar ama, kuşatmayı yarmak bir türlü mümkün olmuyor.

Akşama doğru savaş biraz hafiflemiş ve güneş batarken, her iki taraf yaralılarını çekmek üzere geçici bir silah bırakışması yapılmıştır. 
Buna rağmen, gündüz çok kızışmış olan dövüşmenin etkisiyle, ortalıkta sükûnet sağlanamıyor ve kale bedeni hâlâ emin bir hâle gelememiş.

Selçuklu Ordusunun en levend, en yiğit üç genç kumandanı ardı ardına oklanıp, kale kapısının hemen yakınında, ağır yaralı olarak yatıyorlar.

Vuruşma şeklinden, kıyafetlerinden, etraftaki hareketten önemli kişiler olduğunu anladıkları için, haçlı ordusu, yerde yaralı yatan bu üç kumandana bir türlü rahat vermiyor, yaralıları içeri almak için yapılan her girişim müthiş bir ok yağmuruyla karşılanıyor.

Bu üç bahadır Müslüman Türk'ün üç de güzel nişanlısı vardı. 
Bunlar, yiğitlerinin güneşin altında, aldıkları sayısız yaraların etkisiyle "Su! Su!" diye inlediğini görünce, çılgına dönmüşler "Bu günde işe yaramazsak ne güne duruyoruz?" diye gayrete gelmişlerdi.

Savunma komutanı, kavaklar gibi nazlı, narin bu üç güzel kızın önünde durdu; "Ne yapıyorsunuz?"
Ama, dur durak zamanı değil ki... 
Can pazarıydı bu! 
Erleri bir yudum su içmeden, bir tatlı söz duymadan mı ruhlarını Allah'a teslim edeceklerdi?

Kızlar, içi buz gibi su dolu testilerini kaptıkları gibi kale kapısından dışarı fırladılar. 
Onlar sadece bu testileri yaralıların yanına ulaştırabilmeyi düşünüyorlardı. 
Gerçi geçici bir silah bırakışması yapılmıştı ama haçlı ordusuydu bu! 
Kızların vücutları oklarla delik deşik edilmişti.
Buna rağmen kökünden kesilen nazlı kavaklar gibi, nişanlılarının üstüne devrilen kızlar testilerini onların yanan dudaklarına değdirebildiler.

Gün iyice çekilmiş, ortalık zifiri karanlık olmuştu. 
Yaralılar ancak göz gözü görmeyen o saatte rahat rahat içeri alınabilirdi.

Konya kalesi içinde sanki her ev bir hastaneydi. 
Herkes gidenlere ağlıyor, kalanları iyi etmeğe bakıyordu. 
Üç şehit kız o gece şehit düştükleri yere gömüldü.

Haçlı ordusu, Konya kalesi kapısında darmadağınık edildikten ve geri kalan birkaç şövalye kıtası ile kral, perişan bir halde Kudüs'e doğru yola düzüldükten sonra, kızların gömüldüğü yere mezarları yapıldı.

O gündür, bu gündür, bu üç sevda şehidi, sevdim, deyince ne türlü sevmek gerektiğinin timsali olarak, halkın gönlünde ve dilinde yaşayıp gezdiler.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder