Gelin Kayası Efsanesi (Giresun Yöresi)
Onlar iki çobandılar. Hemen hemen aynı yaşta idiler. Ama diğer çoban onlardan oldukça yaşlı, hatta hatta babalarının emsaliydi. İki genç çoban oturmuşlar artık sürüleri arkalarında bu uçurumdan başka hiçbir çıkışı olmayan bir avuç içi gibi düzlüğün olduğu, iki yanı tepelerle sarılı bulunan bu yerde Mehmet Ağayı ve sürüsünü bekliyorlardı. Mehmet Ağa hep onlardan sonra gelir, hep onlardan önce giderdi. Yine öyle olmuştu. Önce onlar gelmiş, her zaman yaptıkları gibi uçurumun hemen başına oturmuşlar, aşağıda vadiyi seyrediyorlardı.
Mehmet Ağa ağır ağır adımlarla uçurumun başında vadiyi seyreden iki genç çobanın yanına vardı, her zamanki gibi.
-Selamün aleyküm ağalar
-Aleyküm selam Mehmet Ağa bugün yine geç kaldın.
Usulca yanlarına oturdu elini koynuna attı, sigara tabakasını çıkardı. O nasırlı ellerinin parmaklarıyla sanki bir bebeği okşarcasına acele etmeden yavaş yavaş tütününü sardı. Kağıdı dudaklarının ucuyla ıslatıp tabakanın hemen yanında kalın bir lastikle bağlı duran ağızlığını aldı. Usulca sigarasını yaktı. Derin bir nefes çektikten sonra:
-Deyin bakalım ağalar bugün nasılsınız?
İki genç çoban hiç ses çıkarmadan öylece ona baktılar. Mehmet Ağa yıllardan beridir bu obada çobanlık yapmaktaydı. Ta çocukluğundan beri bu dağları bu ovaları karış karış ezberlemişti.
Bir süre öylece üçü birden sessizliğe daldılar.
Birden genç çobanlardan birisi arkasına doğru dönerek pınarın hemen üzerinden göğe yükselen tepeye uzun uzun baktıktan sonra,
– Bak Mehmet Ağa, Gelin Kayası yine göründü.
İki genç çoban ve Mehmet Ağa arkalarında ki güneşin son ışıklarında bütün endamıyla adeta bir gelini andıran tepenin yamacında öylece asılı kalmış kayaya baktılar.
Hangi yönden bakarsa baksınlar her akşamüstü güneş tepenin arka tarafına düştü mü nazlı bir gelin gibi öylece ortaya çıkardı. İşte bu yüksek obada bunca düzlükler bunca yerler varken bu üç çobanı buraya bağlayan bu kaya parçasından başka bir şey değildi. Her günün akşamında bu ıssız ve kimsenin geçmediği bu dağlarda paylaştıkları tek dostları burası, yani Gelin Kayasıydı.
Genç çobanlardan birisi:
—Mehmet Ağam hani bize Gelin Kayasının hikâyesini anlatacaktın. Bizi merakta korsun hele bir anlat bu hikâyeyi bizde bilelim.
He ya dedi diğer çoban. Anlat ta bizde merakımızı yenelim Mehmet Ağam, bende ateşe çay koyayım sen anlatırken hep beraber içeriz.
Mehmet ağa sarma tütünden yaptığı sigarasından derin bir nefes çekip dilden dile dolaşan ama asla unutulmayan Gelin Kayasının öyküsünü anlatmaya başladı.
Bende sizin gibi merak eder dururdum bana da babam anlattı. Aslında çok uzun bir hikâye. Bu zamana kadar dilden dile dolaştı kimine göre bir efsane kimilerine göre bir öykü oldu.
Derler ki bugün birkaç haneden ibaret İndere Obası o zamanlar epey kalabalıkmış. İndere’de kurulan pazara Eskihisarlılar başta olmak üzere yakında bulunan tüm köyler ve oba insanları gelirler alışveriş ederler eksiklerini görürlermiş. Osmanlının son zamanlarına rastlayan bugünlerde ne kadar İstanbul’dan uzak olsa da halk çok sıkıntılı günler geçirmekte imiş. Buralarda yaşayan az sayıda ki Rum ve Türkler belli bir ahenk içinde yaşayarak bugünlere kadar gelmişler, birbirlerine göstermiş oldukları samimiyet ve dostluklarına güvenerek bu dağların eteklerinde bulunan gözden uzak bu köylerde kardeşçe yaşamayı sürdürmüşler ta ki Osmanlı dara düşene kadar.
İşte günlerden birinde bu İndere obasında kurulan pazarlardan birinde burada ninesiyle beraber yaşayan bir Rum kızı pazar yerine bir şeyler satmaya gelmiş. Bu uzun boylu sarı saçlı ela gözlü Rum kızı güzel mi güzel her görenin hayran kaldığı bir genç kızmış. Tesadüf buya o günkü İndere de kurulan bu pazara komşu olan Eskihisar’dan bir beyin oğlu da atının nallarını yaptırmak için uğramış. Atını bir seyise emanet ettikten sonra kurulan pazaryerini dolaşmaya başlamış. Birkaç kez pazaryerinde dolaştıktan sonra artık atına atlayıp dönmeye karar vermiş.
Pazarın sonuna doğru ilerlerken kendi halinde oturmuş bir genç kızın omuzlarından aşağı sarkıttığı o upuzun sarı saçları dikkatini çeker. Merakını yenemez ön tarafa geçerek genç kızın yüzüne bakar. O anda genç kızın o güzel sapsarı saçlarını görür. Görür görmesine de içi bir hoş olmuş. Gayrı dinmemiş gönlünün sızısı, artık sabırsızlıkla çeker olmuş tüm pazar kurulacak günleri. Ne yaptıysa ne ettiyse söz dinletememiş gönlüne. Artık âşık bir divane olmuş ne söylese dinlemez kalbi. Her Pazar günü önce onun yanına uğrar olmuş. Birkaç yiyecek aldıktan sonra da ayrılırmış İndere’den
Aradan geçen uzun zamandan sonra genç kızda anlıyor bu sevgiyi. Kendisi de karşılık verir beyin oğluna. Eskihisarlı beyin oğluyla bu güzel Rum kızı zamanla bir arkadaş daha sonrada ayrılmaz birer sevgili olurlar.
Günler haftaları haftalar ayları kovalar. Aradan mevsimler akıp gider. Beyin oğluyla bu güzel Rum kızının aşkı yörede dilden dile dolaşıp bir efsane olmuş. Beyin oğlu İndere’de bir köy evinde ninesiyle beraber tek başına yaşayan bu güzel Rum kızına gönlünü iyice kaptırmıştır. Kızda ondan hoşlanmakta İndere’de kurulan pazar günlerini artık beraberce köyün hemen yanı başında bulunan bugün “Gelin Kayası’’ diye anılan yerde geçirirlermiş.
Gel zaman git zaman imparatorluk iyice sıkıntıya düşüp memlekette isyanlar baş gösterince eli silah tutan ne kadar insan varsa hepsini askere çağırmışlar. Beyin oğlu da herkes gibi düşmanla savaşmak için askere çağrılmış. Osmanlının yedi düvele karşı savaştığı o günlerde beyin oğlu pekte uzağa gitmemiş. O zamanlar askere çağrılanlar Samsun’da bulunan birliklerden dağıtım oluyorlarmış. Aradan geçen üç ayın sonunda Rum kızı beyin oğlundan bir mektup alır. Bir sevinç kaplar içerisini. Nasıl sevinmesin ki artık onu düşünmeden onu biran olsun aklından geçirmediği hiçbir anı yoktur. Sanki yüreğinin bir parçası bir kuş misali avuçlarının arasından uçup gitmiştir. Canından çok sevdiğini hiç mi hiç bilmediği hiç görmediği uzak gurbet ellerine salmıştır. Beyin oğlu da göndermiş olduğu mektubunda kendisini beklemesini onu çok sevdiğini söyler .
Rum kızı da hemen ona bir mektup yazar. Sözünde durduğunu onu ömür boyu bekleyeceğini söyler. Yazmış olduğu mektubun içine sarı saçlarından birkaç da tel koyar.
Günler hızla gelip geçer. Günler günleri, aylar ayları kovalar zaman bir su misali hızla akıp geçer. Artık memleketin her yerinde isyanlar başlamıştır. Osmanlı artık başkalarının deyimiyle hasta adamdır.
Derken umutların tükenmek olduğu bir zamanda Rum kızı sevgilisinden son bir mektup daha alır. Yakında Samsun’dan ayrılacaklarını kendi birliğinin Bafra’ya Rum çeteleriyle savaşmaya gideceğini yazmıştır. Bu mektup aynı zamanda beyin oğlunun sevgilisi Rum kızına yazdığı son mektuptur.
Zaman hızla akıp gelir geçer. Rum kızının içine bir korku siner. Fırsat buldukça işte tam burada bu uçurumun başına gelir akşamın son demine kadar gözlerini ufuktan ayırmadan öylece oturur kalırmış. İndere köylüleri de enaz onun kadar merak eder, şehirden dönenlere askerden gelen gazilere beyin oğlunu sorar olmuşlar. Ama nafile. Ne bir haber ne de mektup dahi alamamışlar. Beyde kimlere haber salmışsa oda bir haber alamamış. Artık İndereliler’de umudu kesmişler beyin oğlundan. Rum kızının da günden güne tasası artmış içi içine sığmaz olmuş. Şimdi daha çok gelir olmuş pınarın başına orada öylece saatlerce kalır oturur dururmuş.
Kara haber tez ulaşır derler ya, yine öyle olmuş.
Bir akşam üzeri ta aşağılardan bir toz bulutunun hızla İndere obasına doğru geldiği görülmüş. Bütün köy halkı gittikçe yaklaşan bu toz bulutunun ne olduğunu merak edip beklemeye başlamışlar. Toz bulutu yaklaştıkça gelenlerin askerler oldukları anlaşılır. İndere muhtarı başta olmak üzere herkes köy meydanında beklemeye başlar. Toza karışmış atlar ağızlarından köpükler saçarak son bir gayretle köy meydanının ortasında öylece durdular .Nihayet bir manga yorgun asker atların üzerinden inerek yere ayak bastılar.
Birkaç hoşbeşten sonra onbaşı Eskihisar Köyünü ve oradaki beyin adını sorar. İndere muhtarı gidecekleri köyün uzakta olduğunu bu gece burada kalıp misafir olmalarını, dinlendikten sonra yarın yola çıkmalarını söyler. Onbaşı ister istemez kabul eder. Akşam olduğunda yemekler yenir çaylar içilmeye başlanır.
Muhtar bir zaman sonra merakını yenemez ve mahcubiyetle sorar,
—Merakımı mazur görün onbaşım Eskihisar’da ne yapacaksınız? der.
Onbaşı olanı biteni dili döndüğünce anlatır. Beyin oğlunun Bafra’da Rum çeteleriyle savaşırken pusuya düşürülüp şehit olduğunu künyesinin Giresun askerlik şubesine gönderildiğini bunu bildirmek için Eskihisar’a beyin yanına gittiklerini söyler.
Başta İndere muhtarı olmak üzere herkes usulca başlarını önlerine eğerler. Artık kimseden tekbir ses çıkmaz sanki zaman durmuştur. Odada bulunan köylüler birbirlerinin yüzlerine öylece bakakalırlar.
Ertesi gün haber kulaktan kulağa evden eve yayılır. Herkes beyin oğlunun Rum çetesi tarafından vurulup şehit olduğunu duyar. Rum kızı da sevdiğinin vurulup öldüğünü öğrenir.
Aradan bir hafta geçer artık dayanmaz olur yüreği bunca acıya. Yüreği parçalanmış gururu kırılmıştır birlere. Sevdiği insanın bir Rum kurşunuyla vurulup şehit edilmesini kabul edemez. Bir sabah erkenden kalkar her zaman buluştukları bu yere gelir. Pınarın hemen yanındaki tepenin yamacına çıkar. Uzun uzun aşağıdaki şimdi geniş kanatlı kartalların nazlı bir bebek gibi süzüldükleri sonsuz boşluğa bakar bakar… Kararını vermiştir bir kere gözlerini kapar ve kendini boşluğa salıverir. Bir kuş misali uçar gider sonsuzluğun içine doğru.
—İşte böyle dedi Mehmet Ağa. Bundan sonrada buraya Gelin Kayası denir olmuş.
Giresun un iç kesimlerinde anlatılan bu Gelin Kayası öyküsü yüzyıldan beridir kuşaktan kuşağa anlatılır. Bu öykü bazen değişikliğe uğrasa da özünde birbirlerini ölesiye seven iki gencin yaşanmış gerçek sevgilerini anlatır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder