Saat 03.00 sıralarında idi.
Abdülhamid Han Hazretlerinin sesi sarayın karanlık duvarlarında şimşek gibi yankılandı.
— Arabacı!
Arabacı yatağından fırladı.
Atlar, koşumlar alelacele hazırlanmaya başlandı.
Derken Koca Sultan heybetiyle sahanlıkta göründü.
Halinden çok acelesinin olduğu belli oluyordu.
Daha sabahlığının bir kolunu giymemişti.
Elinde yalın kılıcı vardı.
Merdivenleri koşarak inerken kolunu taktı.
Formaliteler bir kenara bırakılmış, bütün kâinat bir noktaya kilitlenmişti sanki.
Hışımla merdivenleri üçer beşer inip uçar gibi atladı arabaya.
Hırsından yerinde duramıyordu.
Hiç kimse hatta nöbetçiler bile neler olup bittiğini anlayamamıştı.
Sert bir sesle:
— Sür evladım, hadi çabuk ol…
Arabacı şaklattı kırbacı.
Atlar ok gibi fırladı yerinden İstanbul sokaklarında.
Bir koşuşturma başlamıştı.
Bir sultan, bir arabacı gecenin karanlığında olacak iş değildi?
Nal sesleri gecenin karanlığını yırtıyor arada bir sultanın sert emirleri geliyordu arkadan;
— Daha hızlı yavrum, daha hızlı, şu sokağa sap, şuradan gir…
Atlar soluk soluğa kan ter içinde koşuşuyordu.
Bütün her şey dikkat kesilmiş ağaçlar, evler, kurt, kuş hal ile daha, daha hızlı diyordu.
Yola çıkalıdan beri bir rüzgârda mı peydâh oldu ne?
Arkadan itekliyor sanki.
Arabacı hiç bir şey düşünemiyordu.
Kafası allak bullak olmuştu. İçi bomboştu.
Bir hoş oluyordu.
Öylece yol aldılar.
Nihayet Abdülhamit Han Hazretleri;
— Şu çatal kapının önünde dur!
Diye emir verdi.
Arabanın daha durmasını beklemeden arabadan atladı kılıcının kabzasıyla kapıyı yumrukladı.
Bütün İstanbul top gülleleri ile sarsılıyordu adeta.
Nihayet bir erkek başı uzandı kapı aralığından, ürkek, tedirgin isteksizce sordu:
— Kim o?
Sultanın beklediği an gelmişti.
Bir çırpıda indirdi kılıcı.
Daha ne olduğunu anlayamadan bir baş gövdesinden düştü ayaklar altına.
O koca Sultan derin bir oh çekti.
Rahatlamış, hırçınlığı gitmişti.
Yavaşça sıvazlayıp arabacının sırtını, müşfik bir sesle emir verdi.
— Hadi yavrum saraya… Sarsmadan…
El etek fark etmeden ağır ağır uzaklaştılar oradan.
Arabacı bu sefer bir başka şaşkındı.
Kaldırım taşları bile artık ahenkli bir ses çıkartmakta, yol boyu ağaçlarda selam mı veriyorlar ne?
Ne garip bir yolculuktu bu?
O adam kimdi?
Sultan neden boynunu vurmuştu.
Giderkenki o hışım, haşmet, mehtapta gezintiye çıkmış gibi şimdiki bu ahestelik ne?
Çözebilmiş, anlayabilmiş değildi.
Saraya girmişlerdi.
Sultan odasına çekildikten sonra birkaç meraklı, arabacıya yaklaştı sessizce.
Arabacı "bilmiyorum" diyebildi.
Gerçekten de olan biteni bilebilmiş değildi.
Yatağındaydı ama uyuyamıyordu.
Bir iş vardı bu işte.
Adil, adaletli dini bütün bir hükümdardı.
Yargılamadan bir insana ceza verdiği görülmemişti.
Herkesi okşar, hoş tutardı.
Af ve müsamahayı çok severdi.
Yeter ki dine ve devlete karşı suç işlenmesin.
Sultanı hiç böyle görmemişti.
Düşünüyordu; neden kendisi gitti?
Neden gecenin o saatinde gitti.
Giderkenki o acelecilik neydi?
Merak içini kemiriyordu.
Hele o yoldaki haller.
Allah Allah…
Çok tuhaf şeyler olmuştu.
Olup biteni gidip öğrenmeliydi.
Kalktı belli etmeden giyindi, hırsız gibi sessizdi.
Bir at seçti kendisine.
Yavaşça çıktı saraydan.
Kıvrılınca köşeyi mahmuzladı atı.
Bir solukta vardı aynı eve.
Kapı tokmağının sesi bir kez daha yankılandı.
Zayıf, cılız, ürkek bir kadın sesi, titreyerek sordu:
— Kim o?
— Teyze aç hele bir olaya şahit oldum.
Beni mazur gör, uyku tutmadı.
Meraktan kurtar, nedir bütün bunlar?
Kadın heyecanla, hayretle kapıyı çabucak açtı.
Gözleri karanlıkta ışıl ışıldı.
— Yavrum evladım kimdi o?
Madem gördüm diyorsun, ne olur söyle.
— Kim olduğunu sorma!
Kellemden korkarım söylenmeyecek bir zattır.
Merakımı giderirsen ne ala, yoksa sen beni görmedin, ben seni.
Kadın üzülmüştü.
O büyük zatı öğrenememişti.
Mahzundu boynu büküktü.
Hıçkırıklar içinde boğuluyordu, güçlükle konuştu;
— Peki, madem öyle o sır seninle kalsın.
Kapıyı ardına kadar açmıştı.
Kafası kopuk adamı içeri sürükleyip üzerine bir örtü atıvermişlerdi.
Güçlükle konuştu:
— Bu benim oğlumdu.
İçkili gelmişti.
Bana tecavüz etmek üzereydi.
Yarabbi beni kurtar diye çok yalvardım.
Sonunu sen biliyorsun.
Arabacı donup kalmıştı.
Aman Allah’ım!
Böyle bir şey olabilir miydi?
Kadının içeri kaçışını dahi fark edemedi.
Söylenenler beynini tırmalıyordu, kulakları uğulduyordu.
Dizlerinin bağı çözülmüştü.
Olduğu yere yığıla kaldı.
Neden sonra kendine geldi.
Biraz sakinleşmişti.
Onca yolu nasıl gelmişti, bilemedi.
Düşünüyordu.
Her gün hizmetinde bulunduğu bu zatı neden şimdiye kadar tanıyamadığına yanıyordu.
O kadın nasıl bir kadındı ki duası kabul edilmişti?
Koca sultan nasıl sultanmış ki O’na; "git o kadını kurtar" demişlerdi.
Kim demişti?
Nasıl demişlerdi?
Hafsalası almıyordu.
Nasıl oluyordu bütün bunlar?
Görünüşte bir kafa kopmuştu.
Ama o, çözmüştü her şeyi.
Bu sırrı kimselere açmaya cesaret edemezdi.
Belki son günlerinde ifşa edebilir miydi, kim bilir?
Aklı karmakarışıktı.
Demek her şey böyle idi.
Görünenin altında anlaşılamayan bambaşka bir dünya, manevi bir dünya, manevi bir hayat vardı.
O artık ehlince malum o hayatı, o hazzı istiyordu.
Nasıl da farkına varamamıştı.
Ne büyük bir gafletti.
Deryanın yanında bulunup, damladan istifade edememek ne acı diye düşündü.
Dünyanın geçici, aldatıcı zevkleri ile uğraşmamalı, perdenin altını görmeli diyordu.
Artık içi içine sığmıyordu, coşmuştu.
Dağa taşa haykırıyordu:
— Asıl hayat bu, bu hayatı tanımak, yaşamak lazım.
O hazzı tatmalı, içeri girmeli, O’nunla olmalı.
Kapıyı arala ya Rab!
Beni de içeri al ya Rab!
O hazzı tattır ta Rab!
Nasib et!
Nasib et!
“ŞÜPHESİZ İNSANLARDAN ALLAH’A YAKIN OLANLAR VARDIR.’’
Abdülhamid Han Hazretlerinin sesi sarayın karanlık duvarlarında şimşek gibi yankılandı.
— Arabacı!
Arabacı yatağından fırladı.
Atlar, koşumlar alelacele hazırlanmaya başlandı.
Derken Koca Sultan heybetiyle sahanlıkta göründü.
Halinden çok acelesinin olduğu belli oluyordu.
Daha sabahlığının bir kolunu giymemişti.
Elinde yalın kılıcı vardı.
Merdivenleri koşarak inerken kolunu taktı.
Formaliteler bir kenara bırakılmış, bütün kâinat bir noktaya kilitlenmişti sanki.
Hışımla merdivenleri üçer beşer inip uçar gibi atladı arabaya.
Hırsından yerinde duramıyordu.
Hiç kimse hatta nöbetçiler bile neler olup bittiğini anlayamamıştı.
Sert bir sesle:
— Sür evladım, hadi çabuk ol…
Arabacı şaklattı kırbacı.
Atlar ok gibi fırladı yerinden İstanbul sokaklarında.
Bir koşuşturma başlamıştı.
Bir sultan, bir arabacı gecenin karanlığında olacak iş değildi?
Nal sesleri gecenin karanlığını yırtıyor arada bir sultanın sert emirleri geliyordu arkadan;
— Daha hızlı yavrum, daha hızlı, şu sokağa sap, şuradan gir…
Atlar soluk soluğa kan ter içinde koşuşuyordu.
Bütün her şey dikkat kesilmiş ağaçlar, evler, kurt, kuş hal ile daha, daha hızlı diyordu.
Yola çıkalıdan beri bir rüzgârda mı peydâh oldu ne?
Arkadan itekliyor sanki.
Arabacı hiç bir şey düşünemiyordu.
Kafası allak bullak olmuştu. İçi bomboştu.
Bir hoş oluyordu.
Öylece yol aldılar.
Nihayet Abdülhamit Han Hazretleri;
— Şu çatal kapının önünde dur!
Diye emir verdi.
Arabanın daha durmasını beklemeden arabadan atladı kılıcının kabzasıyla kapıyı yumrukladı.
Bütün İstanbul top gülleleri ile sarsılıyordu adeta.
Nihayet bir erkek başı uzandı kapı aralığından, ürkek, tedirgin isteksizce sordu:
— Kim o?
Sultanın beklediği an gelmişti.
Bir çırpıda indirdi kılıcı.
Daha ne olduğunu anlayamadan bir baş gövdesinden düştü ayaklar altına.
O koca Sultan derin bir oh çekti.
Rahatlamış, hırçınlığı gitmişti.
Yavaşça sıvazlayıp arabacının sırtını, müşfik bir sesle emir verdi.
— Hadi yavrum saraya… Sarsmadan…
El etek fark etmeden ağır ağır uzaklaştılar oradan.
Arabacı bu sefer bir başka şaşkındı.
Kaldırım taşları bile artık ahenkli bir ses çıkartmakta, yol boyu ağaçlarda selam mı veriyorlar ne?
Ne garip bir yolculuktu bu?
O adam kimdi?
Sultan neden boynunu vurmuştu.
Giderkenki o hışım, haşmet, mehtapta gezintiye çıkmış gibi şimdiki bu ahestelik ne?
Çözebilmiş, anlayabilmiş değildi.
Saraya girmişlerdi.
Sultan odasına çekildikten sonra birkaç meraklı, arabacıya yaklaştı sessizce.
Arabacı "bilmiyorum" diyebildi.
Gerçekten de olan biteni bilebilmiş değildi.
Yatağındaydı ama uyuyamıyordu.
Bir iş vardı bu işte.
Adil, adaletli dini bütün bir hükümdardı.
Yargılamadan bir insana ceza verdiği görülmemişti.
Herkesi okşar, hoş tutardı.
Af ve müsamahayı çok severdi.
Yeter ki dine ve devlete karşı suç işlenmesin.
Sultanı hiç böyle görmemişti.
Düşünüyordu; neden kendisi gitti?
Neden gecenin o saatinde gitti.
Giderkenki o acelecilik neydi?
Merak içini kemiriyordu.
Hele o yoldaki haller.
Allah Allah…
Çok tuhaf şeyler olmuştu.
Olup biteni gidip öğrenmeliydi.
Kalktı belli etmeden giyindi, hırsız gibi sessizdi.
Bir at seçti kendisine.
Yavaşça çıktı saraydan.
Kıvrılınca köşeyi mahmuzladı atı.
Bir solukta vardı aynı eve.
Kapı tokmağının sesi bir kez daha yankılandı.
Zayıf, cılız, ürkek bir kadın sesi, titreyerek sordu:
— Kim o?
— Teyze aç hele bir olaya şahit oldum.
Beni mazur gör, uyku tutmadı.
Meraktan kurtar, nedir bütün bunlar?
Kadın heyecanla, hayretle kapıyı çabucak açtı.
Gözleri karanlıkta ışıl ışıldı.
— Yavrum evladım kimdi o?
Madem gördüm diyorsun, ne olur söyle.
— Kim olduğunu sorma!
Kellemden korkarım söylenmeyecek bir zattır.
Merakımı giderirsen ne ala, yoksa sen beni görmedin, ben seni.
Kadın üzülmüştü.
O büyük zatı öğrenememişti.
Mahzundu boynu büküktü.
Hıçkırıklar içinde boğuluyordu, güçlükle konuştu;
— Peki, madem öyle o sır seninle kalsın.
Kapıyı ardına kadar açmıştı.
Kafası kopuk adamı içeri sürükleyip üzerine bir örtü atıvermişlerdi.
Güçlükle konuştu:
— Bu benim oğlumdu.
İçkili gelmişti.
Bana tecavüz etmek üzereydi.
Yarabbi beni kurtar diye çok yalvardım.
Sonunu sen biliyorsun.
Arabacı donup kalmıştı.
Aman Allah’ım!
Böyle bir şey olabilir miydi?
Kadının içeri kaçışını dahi fark edemedi.
Söylenenler beynini tırmalıyordu, kulakları uğulduyordu.
Dizlerinin bağı çözülmüştü.
Olduğu yere yığıla kaldı.
Neden sonra kendine geldi.
Biraz sakinleşmişti.
Onca yolu nasıl gelmişti, bilemedi.
Düşünüyordu.
Her gün hizmetinde bulunduğu bu zatı neden şimdiye kadar tanıyamadığına yanıyordu.
O kadın nasıl bir kadındı ki duası kabul edilmişti?
Koca sultan nasıl sultanmış ki O’na; "git o kadını kurtar" demişlerdi.
Kim demişti?
Nasıl demişlerdi?
Hafsalası almıyordu.
Nasıl oluyordu bütün bunlar?
Görünüşte bir kafa kopmuştu.
Ama o, çözmüştü her şeyi.
Bu sırrı kimselere açmaya cesaret edemezdi.
Belki son günlerinde ifşa edebilir miydi, kim bilir?
Aklı karmakarışıktı.
Demek her şey böyle idi.
Görünenin altında anlaşılamayan bambaşka bir dünya, manevi bir dünya, manevi bir hayat vardı.
O artık ehlince malum o hayatı, o hazzı istiyordu.
Nasıl da farkına varamamıştı.
Ne büyük bir gafletti.
Deryanın yanında bulunup, damladan istifade edememek ne acı diye düşündü.
Dünyanın geçici, aldatıcı zevkleri ile uğraşmamalı, perdenin altını görmeli diyordu.
Artık içi içine sığmıyordu, coşmuştu.
Dağa taşa haykırıyordu:
— Asıl hayat bu, bu hayatı tanımak, yaşamak lazım.
O hazzı tatmalı, içeri girmeli, O’nunla olmalı.
Kapıyı arala ya Rab!
Beni de içeri al ya Rab!
O hazzı tattır ta Rab!
Nasib et!
Nasib et!
“ŞÜPHESİZ İNSANLARDAN ALLAH’A YAKIN OLANLAR VARDIR.’’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder