12 Ağustos 2010 Perşembe

Sivas'ın Tarihçesi

İlin Adının Tarihçesi:
Sivas’a farklı dönemlerde hakim olan devletler, şehre kendilerine özgü değişik isimler vermişlerdir. Bunlar; Sebaste, Sipas, Megalopolis, Kabira, Diaspolis (Tanrı Şehri), Talaurs, Danişment İli, Eyalet-i Rum, Eyalet-i Sivas ve Sivas isimleridir.

Bu gün kullanılan Sivas isminin kaynağı hakkında ise farklı görüşler bulunmaktadır. Bunların içinden ‘Sebaste’ Sebasteia eski yunancada (Augustus Şehri) ismi, Pontus kralı Polemon’un hanımı Pitodoris tarafından verilmiştir. Romalılar, Pont Krallığını egemenlikleri altına aldıkları zaman şehrin yönetimini Pont Krallığı’nda bırakmışlardı. Pont Kralının hanımı ise, Roma Kralı Augustus’un sevgisini kazanmak ve ona bir şükran ve sadakat ifadesi olmak üzere Yunanca’da Ogüst şehri anlamına gelen “Sebaste” adını verdiği sanılmaktadır. Sebaste’nin zamanla “Sivas”a dönüştüğü ileri sürülmektedir.
Yine diğer bir görüş de, bugün “Sivas” olarak kullanılan ismin “Sipas”tan geldiğidir. Şehrin ilk kurulduğu dönemlerde, bugünkü şehrin merkezinin bulunduğu yerde büyük çınar ağaçlarının altında üç adet su gözesi (Kaynağı) bulunmaktadır. Bu gözelerden bir tanesi “Allah’a Şükür”ü ikincisi “ana ve babaya saygı”yı, üçüncüsü de “Küçüklere sevgi”yi temsil eder. Bu bölgede yaşayan insanlar, zamanla bu özelliklerini koruyamayıp yitirince, bu üç göze de kurur. Şehrin isminin de “üç göze” anlamına gelen “Sipas”tan kaynaklandığı ve zamanla bugün kullandığımız “Sivas”a dönüştüğü ileri sürülmektedir.
İLÇELER

Sivas ilinin ilçeleri; Akıncılar, Altınyayla, Divriği, Doğanşar, Gemerek, Gölova, Gürün, Hafik, İmranlı, Kangal, Koyulhisar, Suşehri, Şarkışlı, Ulaş, Yıldızeli ve Zara’dır.
Genel Özellikler
Dünyada emsali görülmemiş bir köpek türü olan Kangal Çoban köpekleri, Türkiye’de ve yabancı devletlerde haklı bir üne sahiptir. Özellikle İngiltere ve Amerika’da bu köpekleri sevenler tarafından dernekler kurulmuş, yarışmalar yapılmıştır. Ne acıdır ki yabancı devletlerin göstermiş oldukları ilgiyi, bizler maalesef son on-on beş yıldır göstermekteyiz.
Kangal Çoban Köpekleri çok cesur, gayet hızlı ve çeviktirler. Kadın ve çocuklara karşı gayet muhlis, kötü niyetli kişilere karşı son derece caydırıcı bir silah olan Kangal köpekleri çok zeki, ön sezileri kuvvetli ve sahibine aşırı bağlıdırlar. Sahibi tarafından azarlandığı zaman suçlu bir çocuk gibi başını öne eğer,sahibinin gözlerine mahsun mahsun bakarak af edilmesini bekler. Hislerini yalnız hal, hareket, mimik ve jestlerle değil çıkardıkları çeşitli tonlardaki havlamalarla belli ederler.
Kangal Çoban Köpekleri görevlerine çok sadıktırlar. Şöyle ki; dağda sürüden ayrılan veya geride kalan koyunun başından günlerce aç ve susuz bekledikleri Kangal çiftçileri tarafından anlatılmaktadır.
Kangal Çoban Köpeğine sahip çiftçilerin en büyük gurur kaynağı köpeklerinin kurt boğmalarıdır. Kurt boğan köpeğe sahip olmak onlar için bir ayrıcalık ve övünç kaynağıdır.
Yüzyılların ihmaline rağmen ne ırk vasıflarından ne de yüksek ruh yapısından en ufak bir taviz vermemiştir. Kan asaletine çok bağlıdır. Doğuda serbestken bile başka bir karnivorla çiftleşmesi mümkün değildir. 1975 yılında askeri amaçla eğitime alınmış ve asırlardır bu yönde eğitim gören köpek türlerinden çok daha yetenekli olduğunu kanıtlamıştır.
Balıklı Kaplıca
Balıklı kaplıca Sivas İli sınırları içerisinde; İl merkezine 90 km uzaklıktaki Kangal İlçesinin 13 km kuzey doğusunda bulunan Hamam Deresi (Topardıç Deresi) vadisinde yer alan, Balıklı Kaplıca- Yılanlı Çermik adlarıyla da anılan kaplıcadır. Balıklı Kaplıcanın bulunduğu vadi boyunca güneye doğru gidildikçe diğer bazı kaynaklara da rastlanmaktadır. Bunların debisi en fazla olanı; Kangal İlçesine bağlı Kalkım Köyünde bulunan Kalkım Kaplıcası’dır. Bu Kaynak suyunda da Kangal Balıklı Kaplıca da yaşayan aynı tür balıklara rastlanmaktadır. Rakımı 1425 m olan Balıklı Kaplıca da kaynaklar, kuzey-güney doğrultusunda dizilmiş olup 5 ayrı yerden kaynak almaktadır. Kaplıca suyu aslında belirli bir kaynak noktasından çok, kum taşları arasından yaygın olarak yüzeye çıkmakta ve dere kenarı boyunca sızıntılar oluşmaktadır. 1917 yılında sazlık bir alan olan kaplıca, 1966 yılında dört adet havuz ve iki katlı 16 odalı bir motel ile hizmete açılmıştır. Günümüzde ise dört kısım otel, altı havuz, 16 adet özel banyo, lokanta, market ve çay bahçesi hizmet vermektedir.
Kangal balıklı kaplıca, ülkemizde deri hastalıklarından; Sedef Hastalığı (Psoriasis) Ve romatizmal hastalıkların tedavisinde ün yapmış bir kaplıcadır. Bu kaplıcamızın önemi; suyun kimyasal özelliklerinden ve içinde yaşayan balıklardan ileri gelmektedir. Kaplıca suyunun 35+ 0.5 olması ve kimyasal içeriği nedeniyle çeşitli hastalıkları tedavi edici yöre halkı tarafından bilinmekte olup, bu tedavi özelliğinin tüm ülke ve dünya geneline yaygınlaştırılmasına çalışılmaktadır. Diğer taraftan kaplıca suyunda yaşayan balıkların insan vücuduna saldırırcasına gelmeleri hastalıkların bu balıkların iyileştirdiği düşüncesi de oldukça yaygındır. Kaplıcanın bu yönü araştırıcıları fiziksel, kimyasal, jeolojik, biyolojik ve klinik bulgular elde etmeye yönlendirmiştir. Diğer taraftan pek çok cilt hastası ( Yurt içinden-Yurt dışından ) kaplıcaya gelmekte ve belirli sürelerle havuza girip “Balık-Su” tedavisi gördükten sonra iyileştiklerini ifade etmektedirler. Kaplıcanın 2003 tarihinde Sağlık Bakanlığı tarafından Sağlık tesisi olarak tescili yapılmıştır.
Kangal Balıklı Kaplıca; ülkemiz termal kaplıcaları içerisinde kendine özgü bir yeri vardır. Tedavi özelliği itibari ile dünyada bir benzerin bulmanın mümkün olmadığı kaplıca, ilmi ve tıbbi bir mucizeyi “Sedef Hastalığını tedavi ederek” sergilemektedir.
36-37 derece sıcaklıktaki kaplıca suyunda bulunan balıkların mucizevi bir şekilde tedavi yöntemi uygulaması bu kaplıcanın ününü ve özelliğini daha da artırmaktadır. Çünkü modern tıp da şimdiye kadar fayda görmeyen dünyanın her yerindeki cilt hastalıkları için Kangal balıklı kaplıcası en son ümit kaynağı olmaktadır.
Tahriş olmuş durumdaki veya herhangi bir enfeksiyondan oluşmuş cilt dokusundaki yaraları; egzama, cerahatli sivilceler ve hatta tıpta tedavisinin imkansız olduğu bilinen “Sedef” hastalığı gibi cilt hastalıkları 2-10 cm. büyüklüğündeki Cyprinide (Sazangiller) familyasından Cyprinion Macrostamus (Beni Balığı) ve Garra rufa (Yağlı Balık) türündeki balıklar tarafından iyileştirilmekte ve izleri kaybolmaktadır.
Kaplıcada ilk kez yıkananlar ellerinde olmayarak tarifi mümkün olmayan bir ürperti yaşarlar. Çünkü suya girer girmez, ince, kahverengi, gri, bej rengindeki sazan ve kaya balığı türü balıkların hastanın etrafında dolaşmaya ve ciltte hastalık belirtisi olan yerleri temizlemeye başladıklarını görürler. Hastaların balıklara alışmaları 2-3 gün sürer. Dişleri olmayan bu balıklar, 36-37 derece sıcaklıktaki suyun yumuşatmış olduğu kabarık yara kabuklarını yavaş ağız (dudak) hareketleriyle acıtmadan ve kanatmadan kopararak cilt pürüzsüz hale gelinceye kadar temizler. Tedaviden olumlu sonuç alınması için üç hafta (21 gün) süresince günde 2 seans şeklinde 4 er saat havuza girmek ve toplam 8 saat suda kalınması gerekmektedir. Ayrıca, sabahları aç karına birkaç bardak şifalı sudan içmeyi ihmal etmemek gerekir. Diğer taraftan yerden kaynayan su içindeki kabarcıkla ve balıkların vücut üzerinde yaptığı darbelerle vücutta bir gevşeme ve dinlenme görülmektedir. Tedavi tamamen yan etkisiz olup, kesinlikle herhangi bir ilaç kullanılmamaktadır.
Vücut ısısına eşdeğer olan 36-37 derece deki kaplıca suyu şifa özelliğinin yanı sıra berrak, kokusuz aktığı yerde hiç bir çökelti bırakmamaktadır. Kaplıca suyunda kalsiyum, magnezyum, selenyum ve bikarbonat gibi iyonlar çok miktarda bulunmakta olup, banyo için elverişli. Romatizmal hastalıklara, sinir hastalıklarına, kırık, çıkık, ezik ve bazı durumlarda kireçlenmeye, sabahları aç karnına şifalı su içmek (günde en az 1.5lt) ve banyo yapmak kaydıyla başta ülser olmak üzere böbrek hastalıklarına kesin tedavi sağlamaktadır.
Kaplıca kırsal bir alanda olup, yeşil bir vadi içerisindedir. Bayanlar ve erkekler için ayrı ayrı girilebilen iki adet üstü açık, iki adet üstü kapalı havuz ile iki adet yüzme havuzu ve soyunma yerleri mevcuttur. Havuzlar günde 1500 kişiye kadar hizmet verebilme kapasitesindedir
TEDAVİ EDİLEBİLEN HASTALIKLAR
Psöriasis (Sedef Hastalığı)
Hiperkeratozla seyreden dermatolojik rahatsızlıklar.
Kronik egzematöz lezyonların rezidüel ürtikerlerin ve nörodermtlerin tamamlayıcı tedavisinde,
Inflamatuar Romatizmal Hastalıklar (Romatoid Artrit, Ankilozan Spondilit,Psoriatik Artrit,Kollajen doku hastalıkları vb.)
Dejeneratif Eklem Hastalıkları (Kireçlenmeler)
Romatizmal Kas ve Yumuşak doku Hastalıkları (Fibromiyalji, Periartrit, Tendinit,Bursit,Epikondilit vb.)
Bel-Boyun ve Ağrıları
Moral Motivasyon ve Kondisyon Artırma Egzersiz Programlar.
Aşık Veysel
Dr. Doğan KAYA
Veysel, 1894 yılının güz aylarında Şarkışla ilçesinin Sivralan köyünde doğmuştur. Şatıroğulları sülâlesindendir. Babası köyde Karacaahmet diye anılan Ahmet’tir. Annesinin adı da Gülizar’dır. Çocukluğu ve gençliği köyde geçmiştir. Veysel, iki iki kere evlenmiştir. Eşlerinin adı Elif ve Gülizar’dır. İl eşiyle sekiz sene evli kalmıştır. Daha sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar’la evlenmiştir. Bu evlilikten de Zöhre Beşer, Ahmet, Hüseyin, Menekşe Süzer, Bahri, Zekine (Sakine) ve Hayriye Özer adlarında yedi çocuğu olmuştur. Gülizar, 29 Ekim 1991’de vefat etmiştir.
İki gözü de görmeyen âşık, günlerini babasının Ortaköy’deki Mustafa Abdal tekkesinde kendisine aldığı üç telli kırık sazla geçirmeye başlamıştır. Önceleri çok acemi olması, başkaları gibi saz çalamaması şevkini kırmış, ancak babasının ısrarıyla ve kendisinin de yavaş yavaş saza hâkim olmasıyla, sonraki seneler iyi saz çalan bir usta olmuştur. İlk saz derslerini Molla Hüseyin’den alan Veysel’in ustalaşmasında, sık sık Emlek yöresine gelen Divriği’nin Çamşıhı yöresi saz ustalarından Ali Ağa’nın büyük oranda rolü olmuştur. Ali Ağa ona, Kul Abdal’ın, Emrah’ın, Tarsuslu Sıtkı’nın, Akkaşların Hüseyin’in, Kaleköylü Kemter Baba’nın ve İğdecikli Veli’nin şiirlerini çalıp öğretmiştir. Bunun yanında Emlek yöresi âşıklarından Ali İzzet Özkan, Mihmanî (Yüzbaşıoğlu), Devranî, Aziz Üstün, Hüseyin Gürsoy, Ali Özsoy Dede gibi simalar, Veysel’in bu vadide ilerlemesinde büyük pay sahibi olmuşlardır. Veysel’in düşünce dünyasının zenginleşmesinde ufkunun açılmasında Mescit köyündeki Salman Baba’nın şüphesiz büyük payı vardır ve rolünü göz ardı etmemek gerekir. Ayrıca Veysel’in pek çok şiirinde Pir Sultan Abdal’ın, Kul Mustafa’nın, Kul Mehmed’in ve Ruhsatî’nin, Âşık Kerem’le Garib’in etkileri açıkça kendisini hissettirir. Etkilediği âşıklar içinde Orta Anadolu’da yaşayan âşıklar başta gelir.
Yirmi yaşlarına geldiğinde artık iyi saz çalan, iyi ustamalı şiir okuyan bir halk sanatçısı olmuştur. Önceleri Ortaköy, Hüyük, Sarıkaya, Beyyurdu, Hardal, Viranyurt gibi çevre köylerde düğünlere gitmeye başlamıştır. Zamanla iki-üç aylık sürelerle Sivas, Tokat, Kayseri ve Yozgat gibi illerin köylerine gitmiştir. Önce çevre köylerde kendisini göstermiştir. Bu arada biraz önce sözünü ettiğim I. Sivas halk şairleri bayramına katıldı. 1933’ten itibaren arkadaşı İbrahim’le ülkeyi dolaşmaya başlamıştır. İbrahim’le olan beraberliği 1940’lı yıllara kadar sürmüştür. Daha sonra onun yerini Küçük Veysel (Erkılıç) almıştır. Bu arada, İstanbul’a gidip plaklar doldurmuş; radyoda konser vermiştir. Veysel’in İstanbul’da doldurduğu plaklar içinde XIX. Yüzyıl halk şairlerinden İğdecikli Veli’nin’nin “Mecnun’um Leyla’mı gördüm” adlı türküsü ile kendisine ait olan “Atatürk’e Ağıt” adlı eseri çok ilgi görmüştür. 1940’ta İbrahim’den ayrılıp Küçük Veysel’le (Veysel Erkılıç), küçük Veysel’in de 1960 yılında ölmesi üzerine oğlu Ahmet Şatıroğlu ile birlikte ülkeyi gezmeye başlamıştır.
Veysel’in ömrünün belli bir bölümünü köy Enstitülerinde yaptığı öğretmenlik işgal eder. İyi bir aylıklar her sene bir enstitü olmak üzere Adapazarı Arifiye Köy Enstitüsü, Hasanoğlan Köy Enstitüsü, Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü, Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü, Yıldızeli Pamukpınar Köy Enstitüsü ve Samsun Ladik Akpınar Köy Enstitüsünde çalışmıştır. Bu arada Çifteler Köy Enstitüsünde iken meşhur “Toprak” şiirini yazmıştır. Ayrıca Çanakkale’nin Savaştepe, Erzurum’un Pulur, Malatya’nın Akçadağ, Kırklareli’nin Kepirtepe, Adana’nın Düziçi Köy Enstitülerinde de konserler verir. Bu faaliyetleri 1941-1946 yılları arasında olur.
Veysel pek çok sanat faaliyetlerine katıldı, okul ve kışlalarda sayısız konserler verdi. Ayrıca 30 Ekim 1964’te Sivas’ta yapılan II. Sivas Halk Şairleri Bayramına ve 28-30 Ekim 1967’de Feyzi Halıcı’nın düzenlediği II. Konya Âşıklar Bayramına da katılmıştır.
Onu kültürümüze kazandıran Ahmet Kutsi Tecer olmuştur. Onun yıldızı Ahmet Kutsi Tecer’in, 5-7 Kasım 1931 tarihinde Sivas’ta yaptığı I. Sivas Halk Şairleri Bayramına katıldıktan sonra parlar. İl bazında sanatını ilk icra ettiği yer Sivas’tır. Veysel, 5-7 Kasım 1931’de I. Sivas Halk Şairleri Bayramına katılır. Mecburî hizmet için 1930’da Sivas’a gelen Ahmet Kutsi Tecer, burada, Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni Vehbi Cem Aşkun ve müzik öğretmeni Muzaffer Sarısözen ile tanışır. Ahmet Kutsi, önce “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurar ve başkanlığına Belediye Başkanı Hikmet Işık Bey’i getirtir. Halk türkülerinin, hikâyelerinin ve âşıklarının harman olduğu Sivas’ta derneğin tüzüğünde de yer aldığı gibi derhal bir âşıklar programı yapmayı düşünür. Halkın oldukça ilgi gösterdiği Âşıklar Bayramına; Revanî, Meslekî, Suzanî, Süleyman, Karslı Mehmet, Müştak, Yarım Ali, Talibî, Yusuf, San’atî, Ali gibi âşıklar katılır. Üç gün süren Bayram sonrası Tecer, iştirak eden âşıklara “Halk Şairi” olduklarına dair bir kâğıt verir. Bu belge, gezici âşıklara gittikleri yerlerde çok kolaylıklar sağlar. Program sonrasında Veysel’e 10 lira verilmek istenir. O günlerde hemen her Anadolu köylüsü gibi oldukça yoksul durumda olan Veysel; “Siz bize değer verip buralara kadar çağırdınız; asıl bizim size vermemiz gerekir.” diyerek almak istemez, zorla eline 5 lira verirler.
Gözünün kör olması, şiirlerindeki tabii söyleyiş ve ezgilerinin orijinal oluşu, seçtiği konular ve sentezci yapısı Veysel’i şöhret kazanmasını sağlayan en önemli faktörlerdir.
Şiirlerinde genellikle Veysel, bazen de Sefil Veysel ve Veysel Şatır gibi mahlaslar kullanmıştır. Veysel, bir şiiri hariç, bütün şiirlerini dörtlüklerle vücuda getirmiştir. En çok yarım kafiyeyi kullanmıştır. Şiirlerinde ağız özelliklerini muhafaza etmiştir.
Veysel, hemen her konuda şiirler söylemiştir. Ancak orijinaldir ve kendisine hastır. Bunu ezgileri ile de bütünleştirince ister istemez şöhrete ulaşmıştır. Şiirlerinde her ferdin düşüncesine, duygusuna, inancına ve dünya görüşüne yer vermiş birisi olarak şiirlerinde “Aşk, Tabiat, Fikri, Dert, Taşlama-Yergi-Eleştiri, Dinî-Tasavvufî-Mistik, Millî, Kendisiyle İlgili, Ünlü Kişiler, Kuruluş-Tesis, Gurbet, Gönül, Yurt-Belde, Öğüt, Fanilik, Zümre” gibi konuları ele almıştır. İşlediği konular göz önünde tutulduğunda Veysel’in dert, tabiat, vatan-millet ve birlik şairi olduğunu söyleyebiliriz.
Veysel hakkında bugüne kadar yüzlerce makale, bildiri, konferans, radyo televizyon yayını anma günleri de dâhil olmak üzere çok çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bugüne kadar Veysel’le ilgili 35 kitap yayımlanmıştır. Milliyet Sanat Dergisi, Sivas Folkloru Dergisi, Türk Folklor Araştırmaları, Maya Dergisi, Halk Ozanlarının Sesi gibi dergiler bir sayısını Âşık Veysel Özel Sayısı yapmıştır. Bunların dışında ülke dışında da onun hakkında İngilizce ve Fransızca makaleler çıkmıştır. Bunlara bakarak edebiyatımızda hakkında en fazla çalışma yapılan âşığın Veysel olduğunu söyleyebiliriz. Evet. 1953 yılında çekilmiş böyle bir film vardır. Metin Erksan’ın yönetmenliğini yaptığı “Karanlık Dünya” adlı bir film çekilmiştir. Filmin başrollerini Aclan Sayılgan ile Ayfer Feray paylaşmıştır. Filmin senaryosu Prof. Dr. Bedri Rahmi Eyüboğlu’na aittir.
Ümit Yaşar Oğuzcan’ın 1973’te bütün şiirleri yayımladığı “Dostlar beni Hatırlasın” adlı kitapta Veysel’in 158 şiiri bulunmaktadır. Aradan geçen otuz yıl içinde ben pek çok sözlü ve yazılı kaynağa müracaat ederek bu sayıyı ben “Âşık Veysel” adlı kitabımda 179’a çıkardım.
Yıllarca, çeşitli vesilelerle yurdun muhtelif yörelerinde düzenlenen programlara katılan Veysel, son konserini 15 Ağustos 1971’de Hacıbektaş’ta vermiştir. Artık günden güne güçsüzleşmiş olan Veysel’in, yapılan muayenesinde akciğer kanseri olduğu anlaşılmıştır. 21 Mart 1973 günü bir Nevruz sabahına doğru saat 3.30’da vefat etmiştir.
Divriği Ulu Camii
Dünya Miras Listesine Alınmış Tarihi : 6.12.1985
Liste Sıra No : 358
Niteliği : Kültürel
Divriği ve civarında en erken yerleşim Hititler Dönemi’ne kadar inmektedir. Yöre, Mengücekoğullarının yönetimi altında olduğu dönemde Turan Melek Şah tarafından camii ile birlikte 1228-1229 yıllarında yaptırılmıştır. İslam mimarisinin bu başyapıtı iki kubbeli bir türbeye sahip bir cami ve ona bitişi bir hastaneden oluşmaktadır. Yapılar, mimari özelliklerinin yanısıra, sergilediği Anadolu geleneksel taş işçiliği örnekleriyle UNESCO Dünya Miras Listesinde yer almaktadır.
DÜNYA MİRASI DİVRİĞİ ULU CAMİ
Mengücekoğullarından Ahmet Şah ile eşi Melike Turan tarafından 1228 tarihinde tamamlanan Divriği Ulucami ve Şifahanesi, çevresindeki taş ocaklarından çıkarılmış bir cins tüften inşaa edilmiştir. Ulucami Iğımbat Dağının eteğinde olup Ulucamiye geniş bir görüntü kazandırmıştır. Caminin en güzel tarafı kapılarda ve sütunlarda işlenmiş olan motiflerdir. Bir çok araştırmacının dikkatini çekmiş ve görenler hayran kalmıştır. İçe bakışı hitap eden bu motifler caminin yapımında çalışan mimarların kendi geleneklerine sanatsal anlayışına göre, karışık motiflerle özgün ve harika bir şaheser ve ibadethane ortaya çıkarmışlardır. Sanat tarihçisi Doğan Divriği Mucizesi adlı eserinde, mimari bakımdan bir mucize olduğunu yazmaktadır.Eseri yapan mimarın başka bir eserine rastlanmaması ilginçtir. Son yıllarda UNESCO tarafından Dünya Mirasını Koruma kapsamına alınmıştır.
CAMİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ :
Caminin dikdörtgen bir planı vardır. Güneyinde bitişik olarak yapılmış Darüşşifa vardır. Uzaktan ve yakından bu iki yapı ayırt edilemediği gibi, ulucami deyimi genel isim olarak her ikisini de içine alır. Kuzeyindeki genel bir girişten (Kıble Kapısı) ve batıya bakan ikinci bir kapıdan (çıkıştan faydalanılır), doğuya açılan üçüncü kapı (Şah Kapısı), şimdi pencere durumundadır. Kıble Kapısı kuzey cephenin ortasında bütün Selçuklu eserleri nin kapılarında görüldüğü gibi, yapıya göre daha yüksek ve ondan taşıntılı şekilde kurulmuş, planlı, süslemeleri yönünden benzerine rastlanılmayan üstün bir sanat eseridir. Kıble kapısı (kuzey taç kapısı), Selçuklu yapılarının kapılarında olduğu gibi yapıya göre daha yüksek ve dışa taşıntılı biçimdedir. Barok stilde tasarlanmış olan bu taç kapı 14,5m. yükseklikte ve 11,5m. eninde,4,5m. derinliğindedir; portal duvar cephesinden ileriye doğru 1,6m. dışa doğru taşırılmıştır. Anıtsal bir giriş olan kıble kapısı büyük camiler için geçerli olan taç kapı deyimiyle adlandırılmıştır. Yanındaki duvar alanlarının düz olması, buna karşılık kapının üstün bir ustalıkla bir heybet ve sanat coşkunluğuna bürünmesi, çatıyı da aşarak göklere doğru yükselen bir havaya sokulması dikkatleri bir anda çekmektedir. Caminin batı yönünde bulunan çarşı kapısında (çıkış kapısı) 9,5m. yükseklik, 6m. en, 2,6m. derinlik ve 1,4m .taşıntı vardır. Selçuklu sanatında rastlanamayan özellikteki bu kapı üzerinde, 1228 tarihine veren bir kitabe bulunmakta, kapının bütün yüzeyini ince ayrıntılarla, zengin bitkisel motifler örtmektedir. Bu süsleme, adeta bir halı ve eşsiz desenlerle bezeli bir kumaşa benzetildiğinden bazı bilim adamları tarafından tekstil kapı denilmiştir. Kapı çıkıntısının sağ ve solunda çift başlı birer kartal, nişin yan yüzeyinde ise tek başlı bir kartal bulunmaktadır; pek çok hanedan tarafından kudret ve egemenlik simgesi olarak bu sembol, hiçbir yerde buradaki kadar zarif işlenmemiştir. Doğu yönündeki Şah Kapısı fonksiyonuna uygun olarak Taht Kapısı olarak bilinmektedir. Yüzeyi bitkisel, geometrik, yıldız, düğüm, saç örgüsü motifleri ile bezemelidir.
Minare, caminin kuzeybatı köşesinde yer alır ve silindirik gövdeli bu minare caminin asıl minaresinin yıkılmasından sonra, Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1523 yılında yenilenmiştir.
CAMİ KAPILARI ÜZERİNDEKİ YAZITLARIN ANLAMI
Şifa yurdunun kapısı üstündeki yazının anlamı: “El Melik Es Seyyid Fahrudden Bahram Şah’ın Kızı Allah’ın affına muhtaç adaletli Kraliçe Turan Melek Allah Rızası için bunun mübarek şifa yurdunun inşasını emretti.”
Batı Çarşı Kapısı üstündeki yazının anlamı: “Allah rızası için önce bu mübarek camii, Allah’ın rahmetine muhtaç zayıf kulu Ahmet Şah Bin Süleyman Şah, Bin Şahin Şah mü’minlerin yardımcısı tarafından tesis olunmuştur. Allah mülkünü daim ve kadrini yüce etsin.” Kale Kuzey Kapısının üstündeki yazının anlamı: “Allah’ın rahmetine muhtaç zayıf kul Süleyman Şahın oğlu Ahmet bu mübarek camiinin inşasını emretti Allah mülkünü daim kılsın.” Doğuda bulunan Şah Kapısının üstündeki yazının anlamı: “Mülk tek ve Kahhar olan Allah’ındır. Mimar Ahmet.” Cami içindeki minberin sol köşesindeki yazının anlamı: “Müminlerin yardımcısı Ahmet Şah Bin Süleyman Şah Bin Şahin Şah (Allah mülkünü daim kılsın) mübarek minberin dikilmesini emretti. Mimar Tiflisli Ahmet Bin İbrahim.”
MİNBER:
Ahşap olup 6-7 metre yüksekliği 4,2m. derinliği 103 cm. enidir. Bu minber ahşap geçme işlemeleri yönünden esaslı bir atılımın görülmediği bir çağda yapılmış çok iyi bir örnektir. Üzerinde ad ve kitabelerin yanı sıra çok sayıda kutsal söz bulunmaktadır. Hadis ve ayet yönünden Anadolu’nun öteki minberlerinden zengindir. Minberin 22 yazıcısından üçü yaptırıcı veya sanatkar imzaları, diğer 19′u kutsal sözlerdir. Üzerindeki yıldız ve levhacıklar 5 ve 12 köşelidir.
MİHRAP : Biçimi ve dekorasyonu ile Anadolu’da tektir. Mihrap üstü kubbesi içten fevkalade süslü, istalaktikli konsallara dayanan 12 nervür taşı ile dilimlere ayrılmış ve kasnak silmesi de köşelerde birbirlerine çaprazlaşan kemerciklerle trompt şeklinde istinatgah vücuda getirilen dört büyük kemere oturtulmuştur. Mihrap çok sade, sivri kemerli bir niş olup kapılarda görülen baroklaşmış rumi şekillerin derin ve iri silmelerle iddialı bir hale sokulmuş ve fazlasıyla tebaruz edilmiştir. Mihrap kubbesinde dört küçük pencere vardır. Bunlardan üçü tan ağarışında günün ilk ışıklarını içeriye biraz sabah yıldızı şeklinde ulaştıran kubbeye gök boşluğu havası veren ustaca düşünülmüş yıldız biçimli deliklerdir.
DARÜŞŞİFA
Ulucamiye bitişik olarak yapılmış halk dilinde medrese diye de adlandırılmaktadır. Bu günkü hastanelerin görevini yapan Divriği Şifahanesi Anadolu daki darüşşifalarının en eski, en sağlam ve en bozulmamış olanıdır. Camiye güney yönünden bitişik olan darüşşifa (Turan Melek Darüşşifası), Erzincan Emiri Fahrettin Behram Şahın Kızı ve Ahmet Şahın eşi Melike Turan Melek tarafından yaptırılmıştır. 18.yy.da medrese haline getirildiği için Şifahiye Medresesi de denilmektedir. Görkemli ve zengin süslemelerle bezeli taş kapısı dört eyvanlı, orta avlusu kapalı plan şeması ile orta asya Türk yapı geleneğine bağlı, benzersiz bir Mengücek anıtıdır. 1206 Kayseri ve 1217 tarihli olan Sivas Darüşşifası gibi Divriği Darüşşifası da günümüze bozulmadan gelen en eski ve en sağlam Selçuklu Tıp Merkezlerinden biridir.
ULAŞIM:
Sivas İli Orta Anadolu ile Doğu Anadolu ve Karadeniz ile Güneydoğu Anadolu illeri arasında bir geçiş mekanı üzerinde bulunmaktadır.

SİVAS’IN İLLERE VE BÜYÜK ŞEHİRLERE OLAN KARAYOLU UZAKLIKLARI:
Sivas-Ankara 441 km.
Sivas-İstanbul 892 km.
Sivas-Antalya 836 km.
Sivas -İzmir 1023 km.
Sivas-Adana 501 km.
Sivas-Mersin 518 km.
Sivas-Bursa 821 km.
Sivas-Nevşehir 296 km.
Sivas-Tokat 1 07 km.
Sivas-Samsun 338 km.
Sivas-Kayseri 194 km.
Sivas-Malatya 247 km.
Sivas-Erzincan 247 km.
Sivas-Erzurum 439 km.
Sivas-Kars 645 km.
Sivas-Diyarbakır 480 km.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder