FAKİH anlatıyor:
- Babam, Abdulvahid b. Zeyd'in şöyle dediğini anlattı:
- Bir gün ben alışılmış toplantılarımızdan birinde idim. Gazaya çıkmak için hazırlığımızı yapıyorduk. Arkadaşlarıma pazartesi sabahına hazırlanmaları emrini verdim. Bu sırada biri, şu âyet-i kerimeyi okudu:
- "Allahu Teâlâ, kendilerine verilecek cennet karşılığı, mü'minlerden mallarını ve nefislerini satın almıştır..." (Tebve süresi, âyet:111)
Sonunda onbeş yaşında bir genç ayağa kalktı. Babası ölmüştü. Babasından kendisine çok mal kalmıştı. Bana şöyle dedi:
- Ey Abdulvahid! Allahu Teâlâ , kendilerine cennet verilmek üzere, mü'minlerden mallarını ve nefislerini satın almışmıdır?
- Evet, dedim. Şöyle devam etti:
- Ay Abdulvahid! Bana cennet verileceği vaadine inanarak nefsimi Yüce Allah'a satıyorum.
Şöyle anlattım:
-Kılıç darbesi, du sözden çok ağır ve zordur. Halbuki sen bir çocuksun. Korkarım ki, sabredemezsin. Bu satıştan aciz kalırsın.
Şöyle dedi:
-Ben Allah ile alış veriş edeceğim; sonra da âciz kalacağım öyle mi?.
Sonrada nefsimiz bize kusur yolu gösterdi, dedik ki:
- Bu çocuktur; yapar, ama biz yapamayız.
Bundan sonra, malını Allah yolunda sadaka olarak dağıttı. Yalnız geçimine yetecek miktar ile atı ve silahı kaldı. Gazaya çıkış günü, bize ilk gelen o oldu.
- Sana selâm ey Abdulvahid, deyince:
- Sana da selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun. Satış kazancın bol olsun, dedim.
Bundan sonra, yola koyulduk. O da bizimle beraber idi. Gündüzleri oruç tutyordu. Geceleri namaz kılıyordu. Hizmetimizide görüyordu. Hayvanlarımızı yayıyor, Uyuduğumuz zamanda bizi bekliyordu. Böylece biz, Rum beldelerine vardık. Biz bu hâl içindeyken, bize çıkageldi. Şöyle diyordu:
- Ah AYNA-İ MARDİYE'ye bir kavuşsam.
Arkadaşlarım, onun bu hâline dedilerki:
- Galiba çocuğa vesvese geldi; yahut aklı bozuldu.
O yine bize öyle diyerek yaklaştı:
- Ey Abdulvahid! Artık sabrım kalmadı. AYNA-İ MARDİYE'ye bir kavuşsam.
Dedim ki:
- Ey habibim, bu AYNA-İ MARDİYE dediğin nedir?
Şöyle anlattı:
- Ben uykuya daldım. Bana biri geldi şöyle dedi:
-Seni AYNA-İ MARDİYE'ye götüreceğim. Beni bir bahçeye götürdü. Orada suyu gâyet tatlı bir ırmak akıyordu. Birde baktık ki, o ırmağın kenarında bir çok cariyeler var. Üzerlerinde tarifini yapamayacağım süsler ve elbiseler vardı. Beni görünce sevindiler ve şöyle dediler:
- İşte AYNA-İ MARDİYE'nin zevci.
Yanlarına vardım. Selam verdim.
- AYNA-İ MARDİYE aranızda mı? Dedim.
Şöyle anlattılar:
- Hayır, biz onunhizmetçileriyiz, cariyeleriyiz. öne doğru ilerle...
İlerledim; bir nehişr gördüm. Bu bir bahçede idi. İçi süt doluydu: Hemde tadı bozulmayan bir süt...
Oarada da birtakım cariyeler vardı. Onları görünce güzelliklerine hayran kaldım. Onlar beni görünce sevindiler.
-İşte bu; Vallahi AYNA-İ MARDİYE'nin zevci, dediler.
Onlara yaklaştım:
-Size selam. AYNA-İ MARDİYE içinizdemi? Dedim, şöyle anlattılar:
-Sana da selâm, ey Allah'ın velisi! içimizde değil; biz onun hizmetçileriyiz;cariyeleriyiz. ileri geç.
İleri geçtim. Şerbetten bir vadi gördüm. Bu şerbet, vadinin kenar kısmında akıyor, Yanında bir takım cariyeler varki, öncekilerini güzellikte bana unutturdular. Yanlarına vardım:
- Size selâm. AYNA-İ MARDİYE içinizde mi? Diye sordum, şöyle dediler.
- Hayır biz onun hizmetçileriyiz;cariyeleriyiz. İleri geç.
İleriye geçince, süzülmüş baldan bir nehir gördüm. Kenarında birtakım cariyelar oturuyor, Hem nurlu, hem de çok güzellerdi. O kadar ki, öncekileri bana unutturdular. Bunlara da:
- Size selâm. AYNA-İ MARDİYE aranızda mı? Dedim, şöyle söylediler.
- Hayır, ey Rahman'ın velisié Bizler onun hizmetçileriyiz; cariyeleriyiz. ileri git.
İleri gittim. Bir çadır gözüme ilişti. Bu çadırın kapısı inci işlemeliydi. Önünde bir cariye duruyordu. Süsler takınmış, güzel elbiseler giymişti. Beni görünce sevindi ve içeriye seslendi:
-Ey AYNA-İ MARDİYE, işte zevcin geldi.
Bunun üzerine çadıra yaklaştım, içeri girdim. Baktım ki o, tahtında oturuyor. Tahtı, incilerle yakutlarla süslenmişti. Onu görür görmez çarpıldım; beni şöyle diyerek karşıladı:
-Merhaba, ey Rahman'ın velisi! Bize gelme zamanın yaklaştı.
Gidip boynuna sarılmak istedim; bana şöyle dedi:
- Hele dur; boynuma sarılma zamanın gelmedi. Henüz sende hayat ruhu var. İnşallah bu akşam iftarı yanımızda yaparsın.
İşte , bundan sonra uyandım. Ey Abdulvahid, artık ayrılığına dayanamayacağım.
Abdulvahid diyor ki:
- Sözümüz yani bitmişti; karşıdan bir düşman güruhu çıktı. Onlara karşı çıktık. O genç de çarpıştı. Onlardan dokuzunu bu genç öldürdü. Onuncusu kendisi idi. Yanına vardım, kanlar içindeydi. Gülünce , ağzına kan doldu; dünyadan ayrıldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder