23 Şubat 2011 Çarşamba

Mehmet Akif Ersoy'un Nasrullah Camii Vaazı

“Ey mü’minler, size ellerinden gelen fenalığı yapmaktan çekinmeyen, bu hususta hiçbir fırsatı kaçırmayan, dininize yabancı kimseleri kendinize mahrem-i esrar, dost, arkadaş ittihaz etmeyiniz. Bunların sureti haktan görünerek size güler yüz göstermelerine, hayrınızı ister gibi tavırlar takınmalarına asla kapılmayınız. Onların gece gündüz isteyip durdukları sizin felaketinizden, izmihlâlinizden, esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza, size karşı kalplerinde besledikleri düşmanlık o kadar dehşetli ki, bir türlü zaptedemiyorlar da ağızlarından kaçırıyorlar. Halbuki yüreklerinde kök salmış olan husumet, ağızlarından taşan ile kabili kıyas değildir, ondan çok fazladır, çok şiddetlidir. İşte bütün hakikatleri, âyet-i celîlemizle sizlere açıktan açığa tebliğ ediyoruz, bildiriyoruz. Eğer aklı başında insanlarsanız, eğer darenyde (dünya ve âhirette) zelil olmak, hüsranda kalmak istemezseniz bizim âyatı celîlemizin gereğince hareket ederek felah bulursunuz.” (Âli İmran/118)
Ey müslümanlar, sizin için bu âyet-i celîleye ittibadan başka selamet yolu yoktur. Takib edilecek hattı hareket, düstûru siyaset tamamıyla bu âyet-i celîlede mündemicdir.
“Ey müslümanlar, Cenâb-ı Hak içinizden hak yolunda mücahedede bulunanları, Allah ile onun resûlü muhtereminden, bir de müminlerden kendisine dost ittihaz etmeyenleri görmedikçe sizler öyle başı boş bırakılacak mısınız zannediyorsunuz?” (Tevbe/16)
“Ne Yahudiler, ne Hristiyanlar –sen onların dinine uyuncaya kadar- asla senden hoşnut olmazlar…” (Bakara/120)
“…Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu…” (Maide/54) gibi diğer âyât-ı kerime daha vardır ki hep aynı ruhtadır.
Ey cemaati Müslimin! İnsan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı, hakikati söylemek lazımdır. Ben de bir zamanlar Kitabullah’ı tilâvet ederken bu gibi âyatı celîleye geldikçe; “Acaba sair milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu? Yabancılar hakkında daha merhametli olmak icap etmez mi idi?” gibi düşüncelere dalardım. Vakıa bu hatıraların sırf şeytani vesveselerden başka bir şey olmadığını bilirdim. Lakin velev ki şeytani olsun, o düşünceleri içimden söküp atıncaya kadar hayli mücahedelere mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin menşei ne idi? Burasını araştıracak olursak işi biraz tabii görürüz.
Öyle ya, gözümüzü açtık, Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkârı umumiyesi nakaratından başka bir şey işitmedik. İngiliz adaleti, Fransız hamiyeti, Alman dehası, İtalyan terakkiyâtı kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele edebiyatlarının ahlâkî, insânî, içtimaî mevzuları pek hoşumuza gitti. Müelliflerin kıymeti ahlâkiye ve insaniyelerini, eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleriyle özleri arasında asla münasebet, müşabehet olamayacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna ârız olan bu hata bir zamanlar bana da musallat oldu. Bereket versin ki yaşım ilerledi, tecrübem arttı; hususiyle Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadrı, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytani vesveselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenâb-ı Hakk’a tevbeler ettim.
Dünyada Avrupalıları bihakkın anlayan ve anladığını da iki cümle ile hülasa edebilen bir Müslüman varsa o da eazimi ümmetten fazılı mağfur Hersekli Hoca Kadri Efendi merhumdur. Alem-i İslam’ın en fedakar, en faziletli erkânından Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa bir gün musahabe (sohbet) esnasında demişti ki: - Hoca Kadri Efendi’yi zaten Mısır’dan tanırım. İrfanına, ulüvv-i cenabına hayran olurdum. Bir aralık Fransa’ya uğramıştım. Paris’te ilk işim bu muhterem Müslüman’ı ziyaret etmek oldu. Kendisiyle biraz hoşbeşten sonra dedim ki: - Hocam! Senelerden beri burada oturuyorsun. Şark’ın Garb’ın ulûmuna, fünununa (fenlerine) cidden vakıf bir nadire-i fıtratsın. Yakinen gördüğüm şeyler tabiidir ki tecrübeni, görgünü arttırmıştır. Öğrenmek isterim, Avrupalıları nasıl buldun? - Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet pek çok güzel şeyleri vardır. Lakin şunu bilmelidir ki, o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır.
Hakikat, hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkar olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu terakkileriyle ölçmek kat’iyyen doğru değildir. Heriflerin ilimleri, fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.
Bunların bütün insanlara, bilhassa Müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle husumetleri vardır ki, hiçbir suretle teskin edilmek imkanı yoktur. Sûreta dinsiz geçinirler. Hürriyet-i vicdan diye kâinatı aldatıp dururlar. Hele biz Müslümanları, biz şarklıları taassupla itham ederler dururlar! Heyhat. Dünyada bir müteassıb millet varsa Avrupalılardır, Amerikalılardır. Taassubdan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz.
Ey cemaati Müslimin! Bilirim ki bu sözlerim sizin senelerden beri avutulmuş, uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı gelecektir. Onun için bir iki misal getirmek icab ediyor: Bilirsiniz ki bizim harb-i umumiye girmemizde en çok müstefid olan bir millet varsa o da Almanlardı. Şunu ihtar edeyim ki, ben bu kürsüde harbi umumiye girmek mi lazımdı, girmemek mi evlâ idi, girmeden durabilir mi idik, biraz daha geç mi girmemiz muvafık idi?... gibi meselelerin hiç birini mevzubahis edecek değilim. O benim sadedimin, salâhiyetimin haricindedir.
Ortada bir vak’a var ki biz Almanlarla birlikte olarak harbe girdik. Yüz binlerce şehit verdik. Yüz binlerce hanüman söndü. Milyonlarca sâmân kaynadı gitti. Şimdi Almanlar için ne lazım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyanın, bütün dünyadaki milletlerin kendilerine ilân-ı harp ettikleri bir zamanda böyle yegane müttefikleri olan bizleri sinelerine basacaklar, bütün gazeteleriyle, bütün kitaplarıyla, bütün edipleriyle, bütün muharrirleriyle bizi alkış, teşekkür tufanları içinde boğacaklardı. Heyhat! Bu umumi harbin ilk senesinde ben mühim bir vazife ile Berlin’e gitmiştim. O aralık Almanya hükümeti bize dedi ki:
- Bizim meclisi meb’usanımızdaki bilhassa Katolik mebuslar kıyamet koparıyorlar: “Almanlar gibi mütemeddin, mütefennin bir millet nasıl oluyor da Müslümanlar gibi, Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu, bizim için zül değil midir?...” diyorlar. Aman, makaleler yazınız, eserler yazınız, biz onları Almanca’ya tercüme ettirelim. Ta ki Müslümanlığın da bir din, Müslümanların da insan olduğu bunların nazarında taayyün etsin!
Almanya hükûmeti haklı idi. Çünkü Alman milleti nazarında Müslümanlık vahşetten, Müslümanlarsa vahşilerden başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları; hele müsteşrik(oryantalist) denilip de şark lisanlarına, şark ulûmu fünununa (ilim ve fenlerine), şark ahlâk ve âdatına vakıf geçinen adamları mensup oldukları milletin efkârını asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müthiş bir surette zehirlemişlerdi ki, arada bir anlaşma, bir barışma husûlüne imkan yoktu. Biz o sırada kendimizi onlara tanıtmak için tabii elden geldiği kadar çalıştık. Heriflerin taassubu yaman! Kökleşmiş bir takım kanaatler hakkı görmelerine mani oluyor.
Harp esnasında bilirsiniz ki Almanya İmparatoru İstanbul’a gelmişti. Biz safderun Müslümanlar Halife’nin müttefiki sıfatıyla o misafire karşı nasıl hürmette, nasıl ikramda bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkınlıkta o kadar ileri gittik ki Darülhilâfenin, yani İstanbul’un minarelerini kandil gecesi imiş gibi kandillerle donattık. Alman dostluk yurdu binası kurulacak denildi, bol keseden birkaç camimizi heriflere peşkeş çektik. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakarlıklarımıza karşı gördüğümüz mukabeleye! Düşmanlar Kudüs’ü bizim elimizden gasbettikleri zaman bu felaket, harbi umûmi üzerine büyük bir tesir ika etmişti. Yani Filistin cephesinin bozulması muharebe terazisini düşmanlarımızın tarafına epeyce eğdirmişti. Binaenaleyh müttefikimiz olan Almanlarla yine Alman’dan başka bir şey olmayan Avusturyalıların bu işten bizim kadar müteessir olmaları icap ederdi.
Ey cemaati Müslimin! İşe bakın ki Kudüs, velev ki İngilizlerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden muharebe bizim hesabımıza kaybolsun, tek Müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da hasmımız da olsa dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin, diyerek Viyanalılar şehirde ayin yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığa men edip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı. Artık taassubun hangi tarafta, hürriyetin, müsamahakârlığın hangi tarafta olduğunu bu misallerle de anlamazsanız kıyâmete kadar anlayacağınız yoktur.
Avrupalıları, Amerikalıları dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukayyet olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün Cuma olduğu halde Kastamonu’nun en şerefli bir camiinde, görüyorsunuz ya, kaç saflık cemaat bulunuyor!
Dünyanın en mamur, en müterakki (gelişmiş), en yeni memleketi olan Berlin’de Pazar günü büyük kiliseler hıncahınç dolar. Hem kiliseleri dolduran cemaati avamdan ibaret zannetmeyiniz. Bütün zenginler, milletin münevver dediğimiz tabakasına mensup adamlar, temiz temiz giyinmiş halk bu cemaati teşkil eder. İngiltere’ye gittiğiniz takdirde şayet Cumartesi gününden etinizi, ekmeğinizi tedarik etmezseniz Pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa dini bir gün olan Pazar günü hiçbir dükkanı açtıramazsınız. İngilizler duâsız sofraya oturmazlar, duâsız sofradan kalkmazlar.
Rumeli zenginlerinden bir adam tanırım ki ziraat tahsili için bir oğlunu Amerika’ya göndermişti. Çocuğun kendi ağzından işittim. Diyor ki:
- Memleketin acemisiyim. Lisanlarını lâyıkıyla bilmiyorum. New York’ta bir otelde bulunuyorum. Gece canım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık tıngırdatayım dedim. Sazın perdeleri üzerinde parmaklarımı hafifçe gezdiriyordum. Aradan iki üç dakika henüz geçmemişti ki odanın kapısına yumruk inmeye başladı. Ne oluyoruz? diye kapıyı açtım. Bir de baktım ki otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş, bana alabileceğine sövüyordu. Karı benim ne barbarlığımı, ne saygısızlığımı, ne ahlâksızlığımı, hülâsa hiç tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece Hıristiyanların eizzesinden (azizlerinden) birisinin gecesiymiş. Geceyi, o azize hürmeten ibadetle geçirmek icap edermiş! Piyano çalmak maazallah küfür derecesinde günahmış! Artık karıya memleketin acemisi olduğumu, bu hatanın benden kastım olmaksızın sadır olduğunu anlatıncaya kadar akla karayı seçtim. Ey cemaati Müslimin! Bizim diyarda Cuma namazı kılınırken tavla şakırtıları, sarhoş naraları duyulduğu nadir vakalardan değildir, zannederim.
Görüyorsunuz, herifler dinlerine nasıl sarılmışlar, asabiyet-i diniye meselesinde ne kadar ileri gitmişler! Bu da sebepsiz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte, biraz büyüyünce eşikte dini, milli telkinat ile kulakları dolar. Yabancılara karşı husumet, adavet hisleri her fırsattan bilistifade kendilerine verilir. Kendi cinslerinden, kendi dinlerinden, kendi renklerinden olmayan mahlukat-ı beşeriyenin insan sayılamayacağı, bunların kafalarına iyice yerleştirilir. O sebepten bunların, bir şarklıyı, hele bir Müslüman’ı sevmesine imkan yoktur. Ressamları, meydana getirdikleri türlü türlü resimlerle, şâirleri şiirlerle, hikâyecileri gayet maharetle yazılmış romanlarla, siyasîleri gazetelerle hep onların bu hislerini canlandırır dururlar.
Anlıyorsunuz ya, biz nasıl yetişiyoruz, onlar nasıl yetişiyorlar? Bu heriflere karşı olan duygumuzu hiçbir vakit onların ilimlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara uymazsak yaşamamıza, milletimizi yaşatmamıza imkan yok. Biz Müslümanlar, bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Atâlete, ahlâksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar, alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki, denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Havalarda ordular dolaştırıyorlar. Madem ki vatanın müdafaası farz-ı ayındır, bu farzın mütevakkıf olduğu esbabı elde etmek farzdır; o halde onların kuvvet namına neleri varsa hepsini elde etmek çalışmak farz-ı ayındır. Ne hacet!
“Düşmanlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye, hazırlamaya imkan bulursanız derhal hazırlayınız.” (Enfal/60) emr-i ilâhisi sarihdir. Şüpheye, tereddüde, düşünmeye, taşınmaya mahal yoktur. O halde ne yapacağız?
Aramıza sokulan fitneleri, fesatları, fırkacılıkları, komitecilikleri, daha bin türlü ayrılık gayrılık sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele, baş başa vereceğiz. Birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsın. Toplar, tüfekler, zırhlılar, şimendiferler, limanlar, yollar, tayyareler, vapurlar, elhasıl düşmanları bize üstün çıkaran, yarım milyar Müslüman’ın birkaç milyon frenge esir olmasını temin eden esbab ve vesait ancak cemiyetler, şirketler tarafından meydana getirilebilir.
Demek, Müslümanlar Allah’ın, Kitabullah’ın, Resûlullah’ın emrettiği, tasvib ettiği vahdete, birliğe, cemaate sarılmadıkça âhiretlerini olduğu gibi dünyalarını kurtaramazlar. Her şeyden evvel vahdet, cemaat, teavün. Bir kere bunu elde edelim, alt tarafı Allah’ın inayetiyle kolaylaşır. Bununla beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz. Ancak bu birleşmek bize hiçbir vakit onların iç yüzünü unutturmamalıdır. Yani vatanımızın, dinimizin, menfaati, ticaretimizin, servetimizin, refahımızın, terakkisi namına icab ederse, mümkün olursa, mütekabil, müşterek müttefikler/menfaatler üzerine bunlarla çekişe çekişe pazarlık ederek ittifak ederiz. Ancak bu pazarlıklarda son derece de açık gözlü bulunmamız lazım gelir.
Biz Müslümanlar ise maalesef gerek içimizde, gerek dışımızdaki yabancıların sözüne kanıyoruz da birbirimize itimad etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külahı kendi dindaşlarımıza, kendi kardeşlerimize giydirmek için uğraşıyoruz. Cenâb-ı Hak: “Müminler, birbirlerinin kardeşinden başka bir şey değildir.” (Hucurat/10) buyuruyorken yazıklar olsun ki biz, o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda, alemde bir kere camiye geliyoruz. Huzur-u İlâhi’de birleşiyoruz. Fakat namazı bitirip pabuçlarımızı koltuklayarak dışarıya fırlayınca birbirimize karşı derhal ya hasım, yahut hiç olmazsa bigâne kesiliyoruz. Âyet-i kerime var, nâmutenahi ehadisi şerife var. Bunlara göre: Müslümanlardan biri diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe, onların meserretiyle mesrur, musibetiyle mahzun olmadıkça tam Müslüman olamaz. İmanın kemali cemaati müslimîne sımsıkı sarılmakla kaimdir.
“Müslümanların derdini, kendine dert etmeyen müslüman değildir.” buyuran Resûl-ü Hakim (Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri) diğer bir hadis-i şeriflerinde buyuruyor ki: “Dünyanın öbür ucundaki bir Müslümanın ayağına bir diken batacak olsa ben onun acısını kendimde duyarım. Bütün Müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler, insanın bir uzvuna bir hastalık, bir acı isabet etse diğer uzuvların kâffesi o hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi bir Müslümanın da diğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine kabil değil bigâne kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki Müslüman değil.”
“Bir müminin diğer mümine karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücuda getiren perçinleşmiş kayaların birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir. Öyle olacaktır. Öyle olmalıdır.” (Buhari, Müslim, Tirmizi) Hadis-i şerifini elbette işitmişsinizdir. Ashab-ı kiram hazeratı arasındaki vahdet, muhabbet, teavün cümlenizin malumudur. Bu din uluları, bu Allah’ın en sevgili kulları huzur-u İlâhiye cemaatle durdukları zaman saflar adeta –maruf tabir veçhile- sabun kalıbı halini alırdı. Birbirleriyle o kadar ittisal hasıl ederlerdi ki üzerlerindeki libaslar daima omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar, müselsel yekpare bir dağ gibi kıyam eder, öyle rükûa varır, öyle secdeye kapanırdı. Vahdetin namazdaki bu tezahürü namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki İslâm, Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin Risalet-i Celilerinden itibaren yirmi otuz sene zarfında dünyayı kuşatmıştı. Hadis kitaplarını, siyer kitaplarını, tarihi İslam sayfalarını gözden geçirince ashâb-ı kiram arasındaki birliğe hayran olmamak elden gelmiyor.“Kafirlere karşı sert, birbirine karşı merhametlidir.” (Fetih/29) vasfı ilâhisiyle tasvir buyurulan o kahraman fıtratlar hakikat birbirleri hakkında ne kadar merhametli, ne derecelerde rikkatli idiler, düşmanlarına karşı ise nasıl şedid idiler!
“Müminlere karşı mütevazi, halim, selim, şefik, rahim, kafirlere karşı ise vakur, metin, mekin, şedid” (Maide/54) olmak İslâm’ın hususiyetlerindendir. Yazıklar olsun, biz bu hususiyetlerden, bu meziyetlerden, büyüklüklerden mahrum olduk. Dinimizden olmayanlara karşı yapmadığımız müdahene, göstermediğimiz nezaket kalmıyor. Birbirimizi ise bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Cesaretimizi, kabadayılığımızı, asıcılığımız, kesiciliğimiz hep kendi aramızda.
“Kendi kendilerine karşı oldu mu hücumları dehşetlidir. Zahir hallerine baksan toplu bir cemaat zannedersin. Halbuki hepsinin yüreği başka başka hislerle çarpıyor.” (Haşir/14) mealindeki âyet-i celîle, ki münafıklar vasfındadır, bugün tamamiyle bizim halimizi gösterir oldu. Bundan ne kadar sıkılmamız icab eder, artık onu siz takdir ediniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder