Nureddin Cerrahi, çocukluğundan beri anasına karşı büyük bir sevgiyle doluymuş.
Hem de ne türlü, âdeta aşka benzer bir sevgiymiş bu!
Büyüyüp geliştiği zaman Nureddin Cerrahi'yi anası irşad etmiş.
Anası, bahtı güzel yazılmış, hesabı güzel tutulmuş seçkin bir kadınmış.
- Bana izin ver de hacca gideyim.
Şeriatın bana farz kıldığı görevimi yapayım, demiş.
Annesi bu isteği yerinde görmüş, genç Nureddin de hazırlıklara başlamış.
Lazım olan parayı tedarik ettikten sonra bir gün anacığına veda ederek, evden hacca götürecek olan kervanın sahibine giderken yolda iki gözü iki çeşme sel sel ağlayan bir adam görmüş.
Adam âdeta kendisinden geçmiş, hem ağlıyor, hem Allah'a dua ediyor, yalvarıyormuş:
-Yarabbi! Ölümden evvel lütfet, bana borçlarımı ödemek imkânı ver. Beni borçlu yatırma, Yarabbi!
Niyazın, ricânın sonu bir türlü gelmeyince, Nureddin Cerrahi meraklanmış, uzun bir zaman beklemiş. Sonunda bir ara dayanamayarak ağlayanı kolundan tutmuş ve sormuş:
- Kardeşim, ne kadar borcun var senin?
O anda her halde Nureddin Cerrahi de bu soruyu neden sorduğunu bilmiyordu.
Zengin bir adam değildi.
Fakat ağlayan adam kendisine sual soran bu güzel yüzlü gence büyük bir ümitle bakmaya başlamıştı.
Nureddin Cerrahi bir anda anladı ki karşısındakine canını verse o kadar makbule geçmeyecek...
Hemen elini cebine soktu.
Hac masrafı olarak kesesine yerleştirdiği paraları eline aldı ve sualini tekrarladı:
- Kaç para borcun var senin?
Borçlu cevap verdi.
Ne tuhaf, söylediği para tam da Nureddin'in elinde olan kadardı.
Nureddin Cerrahi keseyi ağlayan adamın avuçları içine bıraktı:
- Bu sana Hakk'ın bir armağanı!
İşte böyle, bazen niyaz kapıları açık bulunuyor ve istekler hemen yerine getiriliyordu.
Nureddin, arkasından edilen duaları duymamak ve gururlanmamak için hızla yürüdü.
Sonra kendi kendine sordu:
- Nereye gidiyorum, artık cebimde hac param da yok.
Eve de dönemezdi, anasıyla vedalaşmış, ona söz vermişti.
Ayakları onu âdeta kendiliğinden Edirnekapı'daki Sakız Ağacı'na getirmişti.
Nureddin Cerrahi orada durdu ve hac zamanı bitinceye kadar Sakız Ağacı'nda beklemeye karar verdi.
Gözlerini kapıyor, fersahlarca uzak bir ülkede yapılmakta olan hacca katılıyordu.
Arefe günü, yüz binlerce hacıyla beraber; "Lebbeyk! Lebbeyk!" diye feryad eder, çağrışırken gökyüzüne uzattığı elleri, mızrak mızrak, üzerine inen güneşin altında yanıp kavrulmuştu.
Hac töreni bittiği anda Nureddin, Sakızağacı'ndan kalkarak evine geldi.
Annesi, görünüşte büyük bir hayret içindeydi:
- Nasıl olur? Daha hacılar ancak bugün yola çıkabilir! diyordu.
Nureddin, bilmezlikten gelen annesine pek bir şey söylemedi.
Yorgun ve heyecanlıydı.
Kervanlar dönüp, hacılar evlerinin yeşile boyanan kapılarını çalınca şehirde bir kaynaşmadır başladı.
Ama hiç bir hacının konuşacak vakti yok gibiydi.
Yükünü eve bırakan doğru Nureddin Cerrahi'nin dergâhına koşuyordu:
- Tebrik ederiz, tebrik ederiz ey Nureddin.
Arafat'ta "Lebbeyk! Lebbeyk!" çağırırken ne güzel, ne mübarektin! hepimiz seni seyrederek nurlandık.
Cenab-ı Hak senin haccını cümlemizin haccından makbul tuttu.
Bunu müjdelemeye, tebrike geldik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder