Lâdikli Âşık Ahmed Ağa'nın torunu Ahmed Elma anlatıyor:
Eskiden şimdiki gibi vasıta çok değildi.
Bazı misafirler bizi atla veya eşekle ziyarete gelir, iki üç gün kalırdı.
Hem misafirlerle ilgilenmek, hem de ahıra bağlanan bineklere bakmak gerekiyordu.
Bir gün çok sayıda misafir geldi ve birkaç gün kaldılar.
O zaman memleket yeni harpten çıkmış olduğundan, hemen hemen herkes fakirdi ve her yerde yokluk vardı.
O günlerde bizim evde de ekmek yapacak hiç un kalmamış.
Akşam yemeğinde iyi kötü birkaç ekmekle idare edilmiş; ama sabah sofrasına konacak hiç ekmek yokmuş.
Komşulardan ne kadar ekmek alıp da misafirlere yedireceksiniz ki?
Şimdilerde olduğu gibi öyle bakkalda, fırında ekmek satılmaz; ekmeği herkes kendi evinde, kendi fırınında yapardı.
İşte bu zor şartlar içinde dedem, misafirlere ekmek yapılması için buğday almaya, Sarayönü'nde bulunan, daha önce buğdayını sattığı arkadaşına gider.
Arkadaşı; "Senden aldığım buğdayın tamamını Akdoğan yaylasındaki falan adama verdim" der.
Dedem oradan ayrılıp Akdoğan'a gider ve o adamı bulup buğdayı satın alır.
Oradan aldığı buğdayları da Kadınhanı'ndaki su değirmenine götürüp, öğüttürerek un yaptırır.
Hemen değirmenden unları alıp Ladik'e getirir.
Ninem gece tandırı yakıp, gelen bu unlardan epeyce ekmek yapar ve sabahleyin misafirlere ikram eder.
Ladik... Sarayönü... Akdoğan... Kadınhanı... arasında gelip giden dedem bir arkadaşına anlatırken:
"Hayatım boyunca dünya işi için bir defa Tayy-i mekân yaptım, o da bu hadisedir" demiştir.
- Lâdikli Âşık Ahmed Hüdâî, Ahmet Elma, 2011, 5.Baskı, S.86.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder