Yavuz Sultan Selîm Han Hazretleri çoğu geceleri sabah namazına kadar kitap okumakla geçirir, Hasan Can da padişahın hizmetini görürdü. Zaman zaman da ona okutup, kendileri dinlerlerdi. Bir gece Hasan Can uyuyakalıp ve padişahın hizmetinde bulunamaz. Padişaha o gece rüyasında, Hasan isminde bir şahıs vasıtasıyla kendisine bir hizmetin görülmesinin tebliğ olunacağı haber verilir.
Sabah namazı vaktinde uyanan Hasan Can namazını kıldıktan sonra, hemen sultanın hizmetine koşar ve "Bu gece gaflet bastırdı hizmetinizden uzak kaldım." diyerek özür diler. Bunun üzerine padişah:
"Öyleyse şimdi anlat bakalım, bu gece nasıl bir rüya gördün?" diye sorar. Hasan Can "Rüya görmedim." diye cevap verir.
Padişah: "Hayret doğrusu! Herhalde bir şeyler görülmüştür. Benden gizleme!" diye ısrar eder fakat nafile. Padişah, başını sallayıp;
"Tuhaf şey!" der. Hasan Can bu hadiseye bir mana veremez. Topkapı Sarayı'nın kapıları, sabah güneş doğduğunda açılır, akşam güneş batınca kapatılırdı. Kapılardan ve sarayın emniyetinden mes'ul zamanın kapı ağası; Hasan Ağa isminde bir muhterem zat idi.
Bir ara Hasan Can, Hasan Ağa'nın odasında hazînedarbaşı, kilercibaşı ile saray ağası sohbet ederken, Kapı Ağası Hasan Ağa'yı ise düşünceli, başını önüne eğmiş, gözü yaşlı oturuyorken bulur ve:
"Ağa hazretleri, geçmiş olsun!" diye sual edince, Ağa halini gizlemek ister. Hazînedarbaşı:
"Kardeş! Ağa bu gece bir rüya görmüş. Daha o rüyanın tesirindedir" der.
Hasan Can, Hasan Ağa'ya; "Allah rızası için anlatın, Sultanımıza iyi bir hediye olur" diye ısrar eder. Hasan Ağa ise; "Benim gibi yüzü kara günahkarın ne rüyası ola ki, padişah katında söylersin!" diye anlatmaktan çekinir. Hazînedarbaşı:
"Niçin söylemezsin? Daha önce bize anlattığında, padişaha anlatmak için memur edildiğini söylemiştin ya! Gizlenmesi hıyanet olmaz mı?" deyince, çaresiz Hasan Ağa, rüyasını anlatır:
"Bu gece rüyamda, bu eşiğinde oturduğunuz kapıyı hızlı hızlı çaldılar. Ne var deyip kapıya koştum. Baktım ki, kapı biraz aralanmış dışarısı görünüyor, fakat bir adam sığacak kadar değildir. Aralıktan baktığımda gördüm ki, saray, başları sarıklı, nur yüzlü kimselerle dolu. Ellerinde bayraklar ve silahlar ile hazır vaziyette duruyorlar. Kapı dibinde ise nur yüzlü dört kişi duruyor. Onların ellerinde de birer sancak var. Padişahımızın sancağı, kapıyı çalanın elinde. O zat, bana dedi ki:
"Biz neye geldik, bilir misiniz?"
Ben de "Buyurun."dedim. Dedi ki:
"O gördüğün kişiler, Resülullah Efendimizin (s.a.v.) ashabıdır. Bizi dahi Resul-i Ekrem Efendimiz gönderip, Sultan Selîm Han'a selam söyledi ve buyurdu ki: "Haremeyn'in (Mekke ve Medine'nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin. Gördüğün bu dört kimsenin birisi Ebu Bekr-i Siddîk, diğeri Ömerü'l-Farük ve bir diğeri de Osman'ı Zinnüreyn (r.anhüm)dir. Ben de, Ali bin Ebî Talib'im. Bunu hemen varıp Selîm Han'a söyle!" dedi ve gözümün önünden yok olup gittiler."
Hasan Can huzura girip:
"Padişahım, rüyayı bu Hasan kulunuz görmedi ise de, bir başka Hasan kulunuz görmüş. Emriniz olursa arz edeyim." diyerek, Kapı Ağası Hasan Ağa'nın rüyasını aynen nakleder. Anlattıkça padişahın mübarek yüzü kızarır ve nihayet dayanamayıp, mübarek gözlerinden yaşlar boşanır. Rüya tamamlanınca:
"Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki biz, bir tarafa memur olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdadımızdan her biri evliyalıktan nasibini almışlardır. Her birinin nice kerametleri vardır. Ancak biz onlara benzemedik." diyerek tevazu gösterir.
Mustafa Armağan 13 Ocak 2008 ZAMAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder