Alman idaresindeki Macarlar tarafından kendilerine "önder" olarak seçilen Tökeli İmre, 9 Ocak 1682'de Istanbul'a elçi göndererek,
"Nemçe'nin (Avusturya) tecavüzü haddi aştı... Bunları görmektense ölmek yeğdir. Heman bir taraftan haber verup yörüyesiz" şeklinde şiayetlerini dile getirerek, Alman idaresini kabul etmediklerini ve Osmanlı idaresi altına girmek istediklerini belirtmişti.
Çünkü Osmanlı idaresi altında yaşayan Macarlar'ın memnuniyeti Avrupa içlerine kadar konuşuluyordu. Avusturya idaresinde yaşayan Macarlar Osmanlı idaresinde yaşayan soydaşlarına gıpta ile bakıyor, kendileri de Osmanlı idaresi altına girip hem ekonomik imkana kavuşmak, hem de huzur bulmak istiyorlardı.
O tarihte Osmanlı tahtında, av merakı yüzünden "Avcı" lakabıyla anılan Sultan Dördüncü Mehmed oturuyordu... Osmanlı Devleti, "İyi sadrazamlar" dönemindeydi. (Tarhuncu Ahmed Paşa, Köprülü baba oğul, ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa) Fetihler sürüyordu.
Bu durum Padişah'ı rehavete itmiş olmalı ki, Davutpaşa'daki av köşküne yerleşmiş, günlerini av peşinde koşarak geçirmeye başlamıştı.
Bu sırada Alman-Avusturya imparatorluğu, 1664'de imzalanan Vasvar Barış Andlaşmasi'nı çîğneyerek Osmanlı şehir ve kasabalarını zaptetmeye yöneldi. Sivil halkı esir alıyor, köylülere zulmediyordu. Sınır boylarında yaşayan halk kan ağlıyor, feryad u figanı Istanbul'a kadar geliyordu... Ne çare ki, Padişah duymazdan geliyordu. Ama Osmanlı halkı olup bitenlerden dolayı hem çok tedirgin, hem de günlerini av peşinde geçiren Padişah'a kırgın ve kızgındı.
böyle bir ortamda, padişahın adamlarından biri, istanbulun büyük din alimlerinden Hacı Hüseyin Efendi'nin kapısını çaldı, dedi ki:
"Padişah-ı Cihan Sultan Muhammed Han efendimiz sizi Davutpaşa Köşkü'ne davet ediyorlar: 'Cuma mübarekte camiî şerifümüze gelsün, va'z-u nasihatından istifade idelüm buyurdular."
Kızgınlıktan kip kırmızı kesilen Hacı Hüseyin Efendi'nin cevabı şöyle oldu: "Va'z-u nasihatumuzi dinlemek isteyen bizüm camiümüze gelür. Söyle Padişahına avdan vaz geçsün. Ataları gibi ordusunun başına geçsün. Devlet umuruyla meşgul olsun."
Kapıyı Padişah elçisinin suratına kapattı. Allame Hacı Hüseyin Efendi'den ağzının payını alan Padişah, ertesi Cuma için Davutpaşa kürsü vaizlerinden allame Himmetzade Abdullah Efendiyi çağırttı...Abdullah Efendi meslekdaşı gibi çağrıyı reddetmedi...Davutpaşa Camiine gitti...Cuma sünnetini müteakip hutbeye çıktı. Arapça girişten sonra şu mealde konuşmaya başladı:
"Devlet sahipsiz kaldı... Şehir ve kalelerumuz küffar eline düşüp cami ve mescitlerumuz kilise yapıldı... İmdi günahlarumuza tevbe idelüm... Bundan sonra bize lazım olan, göz yaşlarımızdan çimen bitinceye kadar başumuzi secdeden kaldırmamaktur!"
Ve doğrudan Padişah'a döndü. Şimşek çakan bakışlarını ona kilitledi. Sesini yükseltti:
"Padişahum, millet sahipsiz kaldı!.. Nedur bu hay-huy ve nefs-i emmarenuze uymalar?.. Gaflet uykusundan niçün uyanmazsunuz? İmdi avlanma zamanı değil, ağlama zamanidur!"
Derin bir sessizlik oldu...Gözler Padişah'a dönmüştü...
Tepki bekliyorlardı...
Fakat Padişah'ta çıt yoktu...
Hatibi, başı önünde sonuna kadar dinlemiş, hatta zaman zaman doğrulamak ister gibi kafa sallamıştı.Mahcup ve perişandı. Aynı zamanda da pişman!
Cuma namazından çıkar çıkmaz, Istanbul'a dönüş hazırlığı yapılmasını emretti. Herkes derin bir nefes almıştı: Sahib-i devlet imparatorluğun kalbine dönüyordu. Ordusunu hazırladı ve serkeşlik eden Avusturya'ya haddini bildirmek üzere ikinci Viyana Seferi'ne çıktı. Şimdinin "kitabına uyduran" sözde hocalarına baktıkça, insan Himmetzade Abdullah Efendi gibi gerçek "hocaları daha derin bir minnetle hatırlıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder