Kırım’ın Bahçesaray kasabası Akyefe müftüsü Ebus-Suud Efendi’nin torunu olan Abdulbaki, 1777 senesinde memleketinden hicret edip Amasya’ya gelerek burada yerleşip kalır. Şehrin alimlerinden Ürgüplü Hacı Ahmet Efendi adındaki zatın tedris-i rahlesinden geçerek icazetini alır. Daha sonra tasavvuf alanında bir mürşitten el almak arzusunu duyan Abdulbaki, Turhal Şeyhi lakabı ile tanınan Nakşibendi tarikatının Üveysiye kolu mensuplarından Şeyh Mustafa Efendi’ye intisap eder. Halk arasında Hicabi Baba olarak anılan Abdulbaki’nin şeyhi Mustafa Efendi de tahsiline Amasya’da başlayıp daha sonra İstanbul’a giderek Şeyh Murad Nakşibendi Hazretlerinin oğlu Ali Efendi’ye intisab etmiş ve kendisinden halifelik almıştır. Daha sonra memleketi olan Turhal’a dönerek burada dergahını kuran Şeyh Mustafa Efendi Kesikbaş adıyla anılan cami inşaatını başlatmış, Yeşilırmak üzerine bir köprü yaptırmıştır. Sadrazam Mehmed Paşa’nın kendisine bağlılığı ve sevgisi dolayısıyla Turhal Civarında bulunan Dazya köyünün mülkiyeti kendisine verilmiş ve bunların gelirleri de Cami, köprü ve dergaha vakfedilmiştir. Şeyh Mustafa Efendi Hazretleri 1782 senesinde vefat etmiş ve yaptırdığı dergah ve caminin yanında defnedilmiştir. Sahih hadislerden derleyip toparlamak suretiyle "el-Bedrü'l-Münir fi Şerh-i Ehadisi'l-Beşiri'n-Nezir" adındaki hadise dair eseriyle "Mürşidü's-Salikin" adında bir eseri, "Hadis-i Erbain" adında diğer bir eseri daha vardır. M. Tahir Bursevi Şeyh Mustafa Efendi Hazretleri'nin, Halvetiyye tarikatının Şabaniyye kolundan da hilafet aldığını, buna dair belgeyi Üsküdar'da bir kütüphanede gördüğünü bildirmektedir. Şeyh Mustafa Efendi Hazretleri'nin en meşhur halifesi, Niğde’nin Bor ilçesinde medfun bulunan Ahmed Kuddusi Efendi Hazretleri'dir. Mustafa Efendi Hazretleri'nin Turhal’da yaptırmış olduğu "Kesikbaş Camii" bu adını, hicri 85 yılında Hüseyin Antaki Hazretleri ile gelen bir şehitten almaktadır.Kesikbaş türbesini de yaptıran Şeyh Mustafa Efendinin yanından hiç ayrılmayan son derece yumuşak huylu, sevimli yüzlü sofi ve ermiş bir ihtiyar vardır; Mustafa Dede… Türbe inşaatı devam ederken, Tokat evliyalarından Tüysüz Baba üstü açık ve yayvan bir bakır tabak ile helva gönderir. Helva dolu kab Tokat'tan Yeşilırmağa bırakılır ve Turhal'da nur yüzlü bu sofi Mustafa Dede tarafından alınarak Şeyhe sunulur. Şeyh Mustafa Efendi helvayı yedikten sonra, Mustafa Dede'ye, ‘bizim helvamızı da sen gönder’, diye talimat verir. Mustafa Dede, kendi eliyle yaptığı helvayı, lenger denilen daha büyük bir bakır tabağa koyar ve ırmağa bırakrak akıntıya yukarı doğru Tüysüz Baba'ya gönderir. Bu olaydan sonra Mustafa Dede'nin adı Lengeri Baba olarak kalır.
Vaktiyle Büyük Ağa Medresesinde molla olan Hicabi Baba, Ziyere (Ziyaret) Köyü’nde bulunan şeyhin müridi olmak için yola çıkar. Fakat şeyhin arazisine girip Gölbaşına geldiğinde, hicabından (utancından) şeyhin yanına giremez ve geri döner. Her seferinde bu teşebbüsü yarım kalır. Ama bir gün Şeyh, kendisinin sohbetlerine katılmak için gelen gönül dostlarına “ Gölbaşı’nda Hicabım var, onu da getirin”, der. Müridleri hemen yola çıkar. Hicabi’yi yakalayarak şeyhin huzuruna getirirler.
Hicabi’nin diğer müridlerinden farklı olan davranışları, sohbetlere iştirak etmesi şeyhinin dikkatlerini çeker. Aralarında meydana gelen manevi yakınlaşma, diğer müridlerin de dikkatinden kaçmaz. Müridler bu sevgiyi kıskanırlar. Dedikodular şeyhin kulağına kadar gider. Bunun üzerine şeyh, müridlerini toplar ve onların birer demet çiçek getirmelerini ister. Şeyhin bu isteğini yerine getirmek için, müridler Ziyere Köyü’nün arazisine ve dağlara çıkarlar. Amaç en güzel çiçeklerden bir demet hazırlayıp, şeyhlerine sunmaktır. Bütün müridler, Ziyere Köyü’nün dağlarından envai cins çiçeklerden birer demet yapıp Şeyhlerinin huzuruna girerler. Şeyhin odası bir çiçek bahçesine dönüşmüştür. Fakat Hicabi nice zaman sonra ağlaya ağlaya elleri boş döner. Şeyh, “ Ya Hicabi!..Sen çiçek toplamadın mı ?” deyince, Hicabi büyük bir mahcubiyet içinde, ” Sultanım, çiçekler hep Allah’ın adını zikrediyorlar, kıyıp koparamadım” der. Şeyh o zaman müridlerine döner; “ İşte Hicabi’yi bunun için sizden fazla seviyorum. Siz ne anlarsınız çiçeğin fikrinden, zikrinden.”, der.Şeyh bir gün hastalanır. Müridler, şeyh öldüğü zaman kimin şeyh olması icap ettiğini münakaşaya başlar.Bu tartışmaları duyan şeyh, bütün talebelerini toplar ve “ Ben ölünce,kavuğumu kim yerden kaldırırsa, şeyh o olsun”, diye vasiyet eder. Bir müddet sonra da şeyh vefat eder. Bütün müridler, şeyhlerinin kavuğunu kaldırmak için çaba sarfeder. Fakat yerinden bile oynatamazlar. Cenazenin defni ile uğraşan Hicabi Baba, bütün ısrarlara rağmen denemeye razı olmaz.
“Şeyhim öldükten sonra bana hiçbir şeyin gereği yok”, demektedir.
Nice sonra, tarikatın dağılma tehlikesi karşısında kavuğu tek eliyle kaldırıp, başına koyarak şeyh olur. 1822 yılında Amasya’nın Ziyaret Kasabasında vefat edip halen kendi adı ile anılan Camii Şerifin avlusuna defnedilmiş olan Abdulbaki Efendi’nin manevi varlığından övgüyle bahseden şairlerden Turabi tarafından kaleme alınan kıta şöyledir.
Vaktiyle Büyük Ağa Medresesinde molla olan Hicabi Baba, Ziyere (Ziyaret) Köyü’nde bulunan şeyhin müridi olmak için yola çıkar. Fakat şeyhin arazisine girip Gölbaşına geldiğinde, hicabından (utancından) şeyhin yanına giremez ve geri döner. Her seferinde bu teşebbüsü yarım kalır. Ama bir gün Şeyh, kendisinin sohbetlerine katılmak için gelen gönül dostlarına “ Gölbaşı’nda Hicabım var, onu da getirin”, der. Müridleri hemen yola çıkar. Hicabi’yi yakalayarak şeyhin huzuruna getirirler.
Hicabi’nin diğer müridlerinden farklı olan davranışları, sohbetlere iştirak etmesi şeyhinin dikkatlerini çeker. Aralarında meydana gelen manevi yakınlaşma, diğer müridlerin de dikkatinden kaçmaz. Müridler bu sevgiyi kıskanırlar. Dedikodular şeyhin kulağına kadar gider. Bunun üzerine şeyh, müridlerini toplar ve onların birer demet çiçek getirmelerini ister. Şeyhin bu isteğini yerine getirmek için, müridler Ziyere Köyü’nün arazisine ve dağlara çıkarlar. Amaç en güzel çiçeklerden bir demet hazırlayıp, şeyhlerine sunmaktır. Bütün müridler, Ziyere Köyü’nün dağlarından envai cins çiçeklerden birer demet yapıp Şeyhlerinin huzuruna girerler. Şeyhin odası bir çiçek bahçesine dönüşmüştür. Fakat Hicabi nice zaman sonra ağlaya ağlaya elleri boş döner. Şeyh, “ Ya Hicabi!..Sen çiçek toplamadın mı ?” deyince, Hicabi büyük bir mahcubiyet içinde, ” Sultanım, çiçekler hep Allah’ın adını zikrediyorlar, kıyıp koparamadım” der. Şeyh o zaman müridlerine döner; “ İşte Hicabi’yi bunun için sizden fazla seviyorum. Siz ne anlarsınız çiçeğin fikrinden, zikrinden.”, der.Şeyh bir gün hastalanır. Müridler, şeyh öldüğü zaman kimin şeyh olması icap ettiğini münakaşaya başlar.Bu tartışmaları duyan şeyh, bütün talebelerini toplar ve “ Ben ölünce,kavuğumu kim yerden kaldırırsa, şeyh o olsun”, diye vasiyet eder. Bir müddet sonra da şeyh vefat eder. Bütün müridler, şeyhlerinin kavuğunu kaldırmak için çaba sarfeder. Fakat yerinden bile oynatamazlar. Cenazenin defni ile uğraşan Hicabi Baba, bütün ısrarlara rağmen denemeye razı olmaz.
“Şeyhim öldükten sonra bana hiçbir şeyin gereği yok”, demektedir.
Nice sonra, tarikatın dağılma tehlikesi karşısında kavuğu tek eliyle kaldırıp, başına koyarak şeyh olur. 1822 yılında Amasya’nın Ziyaret Kasabasında vefat edip halen kendi adı ile anılan Camii Şerifin avlusuna defnedilmiş olan Abdulbaki Efendi’nin manevi varlığından övgüyle bahseden şairlerden Turabi tarafından kaleme alınan kıta şöyledir.
“İki alemde maksudu şolar ki menzil-ı Hakk’ta
Ki irfan ehline cana, hakikat-ı rehnümadır bu
“Turabi” okudu yazdı Hicabi sultanın sırrın
Libası tazeler ol sahib-ı Rıdvan-ı güşadır bu”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder