25 Eylül 2017 Pazartesi

Yavuz Sultan Selim ve Sina Çölü'nü Geçiş

Yavuz Sultan Selim Han'ın iki atı vardı:
Akduman ve Karaduman.

Sulh zamanlarında Akduman’la dolaşırdı.
Harpte ise Karaduman’a binerdi.

İkisi de çok cins Arap atlarıydı.
Akduman’ın kuyruğu ve yeleleri pek gösterişliydi.
Karaduman ise, uzun bacaklı ve daha kuvvetliydi.
Alnı ak akıtmalı, ayakları sekiliydi.
Hiçbir yarışta onu geçen görülmemişti.

Güzel bir sonbahar sabahı, Cihan Padişahı Yavuz Selim Han at gezintisi yapıyordu.
Yanında can yoldaşı Hasan Can bulunuyordu.
Yavuz’un, Allah, Peygamber ve atlarından sonra en sevdiği insandı.
Gizli ve açık müşküllerini sadece onunla dertleşirdi.

Fakat Hasan Can merak içindeydi.
Çünkü büyük Padişah, bugün Karaduman’a binmişti.
Nihayet dayanamayıp sordu:

- Merakımı bağışla Sultanım, Efendim.
Görürüz ki Karaduman pek sabırsızlanır!.
Cihan Hükümdarı tane tane cevap verdi:­
- Bizim dahi sabrımızı taşırırlar Hasan Can...
- Başımız yoluna feda... Acep sıkıntınız nice ola Padişahım?
- Şu Tomanbay dedikleri, tedbirsizlik eyler...
- Mısır Sultanı mı Devletlûm?
- Başına topladığı kıptî ve diğer taifesiyle İslam aleminde fitne çıkarır.
- Yazıklar olsun fitneciye...
- Amma biz dahi isteriz ki, Atalarımız gibi Frenk illerine cihad idelüm.
- Beli Sultanım...
- Velakin arkamızda böyle fitneciler varken, kafir eline gidilir mi?
- Haklısınız Devletlûm.
Müslümanlar arasında anlaşmazlık oldukça düşman bayram eder.
Yavuz kaşlarını çattı.

Gür bıyıklarını düzeltti:
- Önce şu Mısır fesadının halli gerek.
Tomanbay kibirlisinin burnu kırılmalı ki, İslam alemi ferahlaya..

- Seferimiz ne vakittir Sultanım?

- At üstünde değil miyiz Hasan Can?
Gayrı sevdiklerinle helalleşmeye çalış!

Cenab Hak, niyetiniz gibi seferinizi de mübarek kıla Sultanım...
Biz cümlemiz Allah yolunda Din ve Devlet uğruna kurbanız.
Hemen Padişahımız emretsinler yeter.
Koca Yavuz sakinleşti.
Tebessüm etti.
Çok nadir gülerdi:
- Gel hele Hasan!... Şu gölgelikte iki rekat namaz kılalım...dedi.
İki koca Osmanlı, billur bir pınardan abdest tazelediler.
İki koca çınar gibi namaza durdular.
İki uzun nehir gibi yeşil çimenlerde secdeye vardılar.
Sonra iki beyaz minare gibi ellerini göğe uzatıp dua ettiler.
1517 senesinin ılık bir Mayıs sabahı, Osmanlı ordusu Üsküdar’da toplandı.
Mağlubiyet yüzü görmeyen bu mübarek askerler sefere hazırdılar.

Cihan Padişahı Sultan Selim Han, biraz sonra atının üzerinde, askerlerinin karşısına geçti:
- Gazilerim...Yiğitlerim...Şahbazlarım...Erlerim...Erenlerim... Askerlerim.
Ne mutlu bize ki, Allahü tealanın yolunda, din ve devlet uğrunda harbe gideriz.
Yeryüzünde fesat çıkaranları temizlemek, üzerimize farz oldu.

Bu yolda ölürsek, müjdeler olsun bize.
Cenab-ı Hak cümlemizin yardımcısı olsun.
Âmin.
Gelin gayri helallaşalım.
Bizim sizlerde bir hakkımız varsa, yerden göğe kadar helal olsun.
Sizin de kaldıysa...

- Helal olsun!...
- Helal olsun!...
- Helal olsun!...

Daha sonra Koca Sultan, sefer emrini verdi:

- Ya Allah...
Bismillah...
Zaferle beslenen Osmanlı ordusu, geçtiği beldelere adalet ve bereket dağıtarak ilerledi, ilerledi.
9 Ocak Perşembe günü Meşhur Sina Çölüne geldi, dayandılar.

Bu kum deryası, bir yanardağ krateri gibi kaynıyordu.
O tarihe kadar bu çölü geçen ordu görülmemişti.
Büyük İskender buraya geldiği vakit, askerlerini denizden göndermeğe mecbur olmuştu.
Timur Han da Hindistan'ı, İran’ı, Anadolu’yu ve Bağdad, Halep, Şam gibi birçok memleketi ele geçirmişti.

Ancak buraya geldiği zaman çaresiz kalarak geri dönmüştü.
Burada güneş o kadar kızgındı ki, yumurtayı kuma koysalar 40 saniyede pişer, lop olurdu.
Havadaki kuşlar yanlışlıkla çöle dalsa, 500 metre uçmadan cansız yere düşerdi.

İşte büyük Osmanlı Sultanı Yavuz Selim Han, ordusunu bütün mevcuduyla çölden geçirip, Mısır’ı fethe niyetliydi.
Daima olduğu gibi bir keşif kolu çıkartıp, geçit yerlerini tespit ettirmek istedi.

Bu iş için Vezir Hüsam Paşa vazifelendirildi.
Paşa yanına aldığı 7 çöl adamıyla birlikte yarım saat sonra geri döndü.
Yavuz at üzerine onu bekliyordu.
Karaduman da binicisi gibi meraklıydı.
Bütün asker de meraktaydılar.

İlk söz Padişahındı:
- De bakalım Hüsam Paşamız!
Neler gördün?..
Ne tedbirler uygundur?...
De bakalım, ne söylersin?

Paşa önüne bakıyordu.
Ne söyleyeceğini değil, nasıl söyleyeceğini düşünüyordu.
Yavuz hafiften celallendi:

- Ne susarsın Paşa!...
Susma zamanı mıdır?

- Bizi affediniz Sultanım...
Velakin bu kızgın çöl deryasını geçmek...
- Evet geçmek?
- İnsanoğlu için geçmek mümkün değildir diye düşünürüz Devletlûm...

- Hele hele!..
- Hele Piyade askeriniz çöl ortasına varmadan tebahhur eder buharlaşır Hünkarım.
Yavuz’un boynundaki şahdamarı kabarmaya başladı.
Bunu ancak Hasan Can fark etti.
Terden sırılsıklam olan alnını silmeyen Koca Cihangir:

- Allahü Teâlâ, dünyadaki her şeyi, dağları, denizleri, ovaları, gölleri ve çölleri, evet çölleri de...İnsanoğluna musahhar kılmıştır...dedi ve Hasan Can’a baktı.
O da bakışıyla tasdik etti.
Bu bakış ve baş eğiş sanki bir parola idi.
Sonra da padişah emri duyuldu:

- Azlettim Hüsam Paşayı!..
Emir derhal yerine getirildi.
Ordudaki heyecan son haddine varmıştı.
Eğer Osmanlı Sultanı bir an tereddüt gösterseydi, Hüsam Paşa gibi düşünenlere engel olunamazdı. Mücahid Serdar, Karaduman’ın üzengileri üzerinde doğruldu ve son defa hitabetti:

- Ey Cennet yolcuları!...
Ey Can kardeşlerim!...
Bilirsiniz ki Müslümanlar, muharebe meydanında ve bütün ömürlerince yalnız ve yalnız Allah’tan korkarlar...
Önüne çıkan hiçbir engel O’nu Allah yolunda cihaddan alıkoyamaz.
Sizler Cenab-ı Hakk’ın emirlerine uydukça O‘nun yardımıyla bu çölü geçmek de sizlere nasib olur İnşaallah...

Sonra Mübarek Osmanlı ordusu, düğüne gider gibi alevli Sina Çölüne daldı.
Neredeyse çölün ortasına varmışlardı.
Yavuz Sultan Selim Han hazretleri, birdenbire Karaduman’dan yere atladı...

Onu gören başta Veziriazam Sinan Paşa olmak üzere, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi de atlarından indiler.
Rütbe rütbe bütün kumandanlar, sipahiler, süvariler de yaya yürümeye başladılar...
Başlarında Halifeyi Rûy-i Zemin olmak üzere, Koca Osmanlı ordusu piyade bir ordu haline dönüvermişti.

Üstelik Padişah, çok saygılı bir şekilde ve önüne bakarak yürüyordu...
Bütün vezirler kumandanlar, askerler, merak içinde kalmışlardı.
Her zamanki gibi Hasan Can’a müracaat ettiler.
O da ne olduğunu anlayamamıştı.
Fakat öğrenmek için gene ondan başkası cesaret edemezdi.
Hünkar’a iyice yaklaştı ve:
- Hayırdır İnşaallah Sultanım!...dedi.
Bütün ordu merak eyler:
“Devletlû Padişahımız acep niçin yaya yürürler?” diye telaş ederler.
Koca Sultan, sanki öbür dünyayı seyrediyorcasına fısıldadı:
- İki cihan Sultanı Peygamber Efendimiz, önümüzde yaya yürürlerken, biz nasıl at üstünde olabiliriz, Hasan Can!..

Sevgili Peygamberimizin bu inanılmaz derecede güzel mucizelerinden sonra, ikinci bir mucize daha meydana geldi.
100 yıldır yağmur yüzü görmeyen Sina Çölüne, biraz sonra bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.
Tıpkı 9 asır önce, Bedr gazasında olduğu gibi.
Kaygan kumlar pekleşti, yürümek kolaylaştı.
Gaziler ve Mücahidler serinleyip, suya kandılar...

Allahü Teâlânın rahmeti ve Peygamber Efendimizin mucizeleriyle kanatlanan Mübarek Osmanlı ordusu da, şeref dolu tarihine yeni bir zafer daha ekledi.
Mısır fethedildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder