Hazreti Üveys El-Karanî, köyünde gelen giden ziyaretçilerinden, halkın kendisine olan aşırı teveccühünden rahatsız oluyordu.
Allah'a rahatça ibadet edemiyordu.
Bu yüzden develerini otlattığı dağa gitmeye, orada rabbine huzur içinde ibadet etmeye karar verdi ve öyle de yaptı.
Hazreti Üveys El-Karanî'yi, izni olmadan, kimse dağda rahatsız etmezdi...
Her gün ya kardeşi Şihabeddin, yahut yeğeni Tâcüddin yanına uğruyor ve ne emrettiğini soruyorlardı...
M.S.657 (Hicretin otuz beşinci) yılı girmişti.
Bir ikindi üzeri Şihabeddin dağa gelmişti.
Hazreti Üveys El-Karanî, ondan köy hakkında bilgi aldı.
Böyle konuşmalar sonunda Hazreti Üveys El-Karanî hep sorardı:
-Daha?...
Şihabeddin cevap verirdi:
-O kadar ey Üveys.
O gün aynı konuşmalar yapıldıktan sonra, Hazreti Üveys El-Karanî aynı soruyu sordu:
-Daha?...
Sihabeddin; "O kadar ey Üveys" diyemedi, yutkundu.
Hazreti Üveys El-Karanî sualini tekrarladı:
-Daha ey Şihabeddin?
Şihabeddin kendini tutamayıp ağladı.
Hazreti Üveys El-Karanî, kardeşinin durulmasını sabırla bekledi..
O an gelince Şihabeddin haberini verebilmek Hazreti Üveys El-Karanî hatırlattı:
-Ey Şihabeddin, haberin karası, akı, sansı, her türlüsü..
Yalnız ve yalnız hayra çıkaran imkanlardır gönülü..
Ancak faydanlanılmasını, ibretlenilmesini bilmektedir bütün sır..
Sen nasıl Hazreti Allah'ın yarattığı bir haberden incinirsin?..
Olmaz Olmaz...
Şihabeddin:
-Mısırlılar, Kufeliler, Basralılar Medine'yi basmışlar.
Hazreti Osman'ın yaptıklarından memnun değillermiş.
Çekilmesini istemişler.
Halbuki Medine, Hazreti Peygamberin yattığı, ashabın bulunduğu, müminlerin annelerinin yaşadığı yer nasıl basılır?..
Orada silahla dolaşmak, bir yaprak dahi koparmak yasaktı.....
Artık hemen hemen her gün, hatta bazen günde bir kaç kere Şihabeddin, Hazreti Üveys'e tekmil veriyordu:
Ey Üveys, asiler, Medine'ye dehşet saldılar...
Hazreti Osman, çekilmiyor..
Büyüklerini dinlemiyorlar asiler.
Mallara dahi el atıldı.
Ey Üveys, asiler nihayet Medine'yi boşaltmışlarken, tekrar geri dönerek, Hazreti Osman'ın evini kuşattılar..
Hazreti Osman ilk mümin kanının dökülmesini istemediğinden, bir türlü bunlara karşı savaşmak emri vermiyor..
Ey Üveys! Nihayet korkulan oldu.
Hazreti Osman'ı Kur'an okurken şehit ettiler..
Ailesinin parmakları doğrandı.
Hazreti Üveys El-Karanî, bunları her duyduğunda, her ne hikmetse, yahudi dönme Abdullah İbni Sebe'yi karşısında görüyordu.
Ey Uveys!... Asiler, yeni bir halife istediler.
Kime başvurdularsa kabul etmedi.
Yağmaya, tehdide başladılar.
Ey Üveys!... Ashabın hepsini topladılar.
Mühlet verip halife tayinini istediler..
Nihayet Hazreti Ali'ye biat olundu.
İşler yine karıştı ey Üveys!...
Şam Valisi Hazreti Muaviye, Hazreti Osman'ın kanına kan istiyor.
Katiller bulunup haklarında hüküm icra olunmadan biat etmiyor.
Ey Üveys!.. Ashab-ı Güzin'den Talha ile Zübeyr de aynı yolu tuttular.
Halk ikiye bölündü.
Bir gurup, Hazret-i Osman'ın kanının hesabını hemen istiyor, bir kısmı herhangi bir hata işlememek için zamana kalması taraflısı.
Hükmün derhal icrası başında Hz.Muaviye, sabır isteyenlerin başında Hz.Ali var.
Üveys El-Karanî:
-Bir, iki oldu ey Şihabeddin.
İctihaddaki ayrılık İslâm düşmanlarının kör bir testeresiydi.
İslâmı ortadan bu kör testereyle aci vere vere böldüler..
Bir, iki oldu..
Tekrar birleşecektir.
Şihâbeddin:
-Ey Üveys!. Hazreti Ali, asileri Medine'den çıkardı..
Talha ile Zübeyr'in Kufe ile Basra'ya gidişleri sebep oldu buna..
Şimdi Medine huzurdadır ama Fırat sahilleri karıştı..
Hatta Hazreti Aişe annemiz bile Mekke'deyken oraya gitti..
Maksadı Hazreti Ali ile Talha ve Zübeyr'i barıştırmaktı.
Sonra Hz.Muaviye ile aynı işi yapmaktı.
Yani iki olan biri tekrar birleştirmekti.
Ey Üveys, Hazreti Aişe'nin tam barışmayı temin edeceği esnada başına gelenler pek garip..
İki ordu geceleyin baskına uğradılar.
Birbirlerinden bildiler ve savaştılar.
Hazreti Ali kazandı...
Talha ve Zübeyr başta olmak üzere çok mü'minin kanı döküldü.
Hazreti Aişe tekrar Medine'ye döndü...
Şimdi Suriye Hariç, bütün İslâm âlemi, Hazreti Ali'ye biat etmiş durumdadır.
Yalnız Hz.Muaviye katillerin bulunup çıkarılmasında ısrar ediyor.
Hangisi haklıdır ey Üveys?...
Üveys El-Karanî:
-Bu ilahi bir derstir!
Şihabeddin:
Ey Üveys!.. Hazreti Ali, Kûfe'yi başşehir yaptı..
Fakat hâlâ ictihad bakımından Hazreti Ali ile Hazreti Muaviye anlaşamadılar..
Ey ağabey!. Böyle mi olmalıydı?.
Zaman kaybedildi, İslâm âlemi içinde öyle nifak tohumları atıldı ki, nesiller değiştikçe zehir zehir çiçeklenecek.
Yeryüzünün kurtarılışı durdu.
Üveys El-Karanî:
-Durmadı ey Şihabeddin..
Hz.Ali Asya fütühatına devam ediyor..
Hindistanda Ganj sahillerine kadar Allah'ın İsm-i Celâli gitti.
Hz.Muaviye Torosları aştı.
Akdenizde kimseye aman vermiyor..
Bu haberler, bu hadiseler tam iki yılda tamamlanmıştı.
Nihayet M.S.659/H.37 senesine girildi.
Şihabeddin bir kere daha uğradı Kardeşine.
Bu sefer pek perişandı...Anlattı:
-Ey Üveys.. Hazreti Ali ile, Hazreti Muaviye orduları Fırat yakınlarında (Sıffîyn Sahrası)'nda karşı karşıya geldiler.
Pek çaresizim ey Üveys! Halk her seferinde benden gönül açacak bir şeyler bekliyor.
Şihabeddin, bu haberleri verdikten sonra geri dönmüş ve dağdan inmişti..
Köye girmeden evvel, kuzey tarafına bir kere daha baktı.
Yolun kıvrım yerinde bir toz yükselmişti.
Belki yeni bir haberdir, "Allahım hayra tebdil etsin" dedi.
Oturup bir müddet bekledi.
Kısa bir zaman geçince, geleni gördü.
Bir adam devedeydi.
Yedeğinde de başka deve almış, koşturup duruyordu...
Şihabeddin'in önüne gelince durdu ve sordu:
-Karen köyü bu mudur?....
-Evet...
-Hazreti Üveys El-Karanî orada mıdır?....
-Değildir...
Yolcu göğsünü yumrukladı...Peşinden acısını dillendirdi.
Şihabeddin öğrenmek istedi:
-Üveys'i ne yapacaksın ey kardeşim?...
-Medine'ye götürecektim..
Şihabeddin; "Kimler istiyor?" diye sormadi.
Hz. Ali ile Hz. Muaviye çok ötelerde Irakta, Fırat boylarında karşı karşıyaydılar.
Medine'de ise mahzum ashab vardı...
Evet, kim istiyordu ve niçin istiyordu Üveys'i?
Şihabeddinin dili tutulmuşçasına soramadı.
Lakin sevinmişti.
Şöyle dedi:
-Üveys El-Karanî şu dağdadır...
-Neresinde?.. Tanımam ki...
-O dağda, kendisinden başka insan olmadığından göreceğin tek adam odur...
Yolcu, devesini dağa sürdü...
Şihabedin, Üveys'in izin emrini unutmuştu.
Aklı köyündeydi.
Bekleşen köylüsünde.
Onlara artık şöyle diyebilirdi:
Hazreti Üveys El-Karanî Medine'den çağrıldı. Sonra?...
Acaba gidecek miydi Hazreti Üveys El-Karanî?
Bilmiyordu.
Şihabeddin, tekrar dağa dönüp uygun bir yerde beklemeyi uygun buldu..
Oradan ya yolcu yalnız, yahut Üveys'le beraber geçeceklerdi...
Görürdü uzaktan...
Çaresiz beklemeye başladı...
Yolcu, Hazreti Üveys El-Karanî'yi otlakta buldu...
Devesinden indi, yedekteki devesiyle beraber çöktürdü.
Hazreti Üveys El-Karanî'ye yaklaştı.
Selam verdi.
Hazreti Üveys El-Karanî selâmı aldı..
Fakat şöyle dedi karşılık verirken:
Sana da Allah'dan selamet dilerim ey Mansur!
Hakikaten, yolcunun adı Mansur'du...
Şaşırdı ve bunu açıklamadan edemedi:
-Ey Üveys!.. Ben seni bulmak için köyüne kadar geldim.
Dağda olduğunu söylediler..
Dağda başka bir kimse olmadığını anlattıklarından bilerek sana adınla hitap etim..
Fakat sen benim kimliğimden habersiz olduğun halde, nereden adımı bildin?...
Hazreti Üveys, kaçıncı defa karşılaştığı bu hitaba, yine aynı şekilde cevap verdi:
-Ey Mansur!. Doğrudur, şimdiye kadar seni hiç bir yerde ne gördüm ne tanıdım..
Bütün sır Allah'ın bana armağan ettiği gönlümün açılan penceresinden, gaybı görmemdedir..
Ayrıca senin buraya ne maksatla geldiğini de biliyorum..
-Nedir bu....
-Medine'ye gideceğiz...
-Hazır mısın?.. Razı mısın?
-Evet....
Mansur büsbütün şaşırdı..
Hele Hazreti Üveys El-Karanî'nin derhal Medine'ye gitmesi teklifini kabulü onu pek sevindirdi...
Fakat Hazreti Üveys El-Karanî kimin çağırdığını sormamıştı.
Hazreti Ali çağırabilirdi..
Hazreti Muaviye çağırabilirdi..
Medine'de ne yapacaklarını bilemeyen ashab çağırabilirlerdi.
Hazret-i Üveys El-Karanî bunların hiç birisini öğrenmek istememişti..
O halde hangi tarafı tutacaktı?
Kime hak vermişti?.
Hazreti Ali'ye mi, Hazreti Muaviye'ye mi?.
Mansur böyle düşünürken, Hazreti Üveys El-Karanî torbasını iç dış edip, altı hurmayı avucuna aldı.
Küçük su tulumunu da Mansur'un yanına getirdi.
Onları uzatırken, anlattı:
-Ey Mansur, torbamdan ancak bu kadar hurma çıktı,
Biraz da suyum var.
Sen bunları ye ve suyu iç.
Medine'ye ulaşıncaya kadar dayanacak kuvveti bulursun.
Ben de bu esnada, abdest alıp namaz kılayım..
Mansur hurmalarla suyu aldı.
Yiyip içmeye başladı.
Hazreti Üveys El-Karanî de abdestini tazeledi, namaza durdu.
Fakat bu sefer namazını saatlerce uzatmadı...
Mansur, hurmaları yemişti...
Ömrü boyunca böylesine lezzetli hurma tatmadığını düşünüyordu.
Hele su öylesine ferahlatıcıydı ki...
Hazreti Üveys El-Karanî Mansur'un yanına geldi.
Haydi ey Mansur, develerimize binelim..
Sanırım iyice doydun, dedi.
-Ne demezsin, dedi Mansur.
Hazreti Üveys El-Karanî kendisine ayrılan deveye bindi.
Deve, üzerindeki yükün nasıl bir hazine olduğunu anlamıştı.
Sevincinden titredi.
Gözleri ıslandı.
Hazreti Üveys El-Karanî'nin deveye binişi gerçekten hayret edilecek bir hadiseydi.
Hayatı boyunca, hiç bir taşıma vasıtasına ihtiyaç duymamış, ayaklarından faydalanmıştı.
Şimdi niçin buna ihtiyaç duymuştu?
Elbette ulaşacağı yere, gönül gözüyle an içinde gidiyordu ama, bedeniyle değildi bu.
Şimdi bedeniyle gitmek zorundaydı.
Ancak kendisine açıklanan bir sebeple acele ediyordu ve telaşlıydı.
Ömrünün çoğunu develeri otlamakla geçirmişti.
Onlardan hiç bir şey beklememiş, incinmemişti.
Develer elbette kendisine minnet borçluydular...
Şimdi deveye binmekle bu borcu kısmen de olsa üzerlerinden alıyordu.
Hazreti Üveys El-Karanî ile Mansur, çölde kestirmeden gittiler hep.
Mansur develerin ikaza hacet göstermemelerine de hayret ediyordu.
Yol çatallassa, doğru istikamete kendiliklerinden yöneliyorlardı.
Hazreti Üveys El-Karanî Mekke'de çok kısa mola verdi.
Umresini, Haccını eda etti.
Tekrar yola çıktı.
Onu, derin bir hüzün içinde olan Mekke halkı tanımamışlardı.
Yine çöldeydiler Mansur'la beraber.
Medine yarılanmıştı ki, Hazreti Üveys El-Karanî bir kuyu başında durdu.
Mansura şöyle dedi:
-Ey Mansur. Sen hurmalarla ancak buraya kadar gelebildin.
Tekrar hem kendinin, hem devenin yiyeceğe ihtiyaçları var.
Benimle devemi düşünme.
Rızkını aramaya çık.
-Sen ne yapacaksın ey Üveys?
-Kuyuda temizleneceğim.
Bak şu hurmalıklar gerisine.
Orada, her ihtiyacını bulacaksın.
Fakat gecikme...
-Olur ey Üveys!
Mansur devesini hurmalıklara doğru sürdü..
O kadar benliğinden ve geçmişinden uzaktaydı ki, onu Veysel Karani'yi bulmaya gönderenin kim olduğunu bile hatırlamıyordu.
Sanki dünyaya yeni doğmuş gibiydi.
Mansur, hurmalığı geçince, hakikaten son hurmalık altına kurulmuş siyah kıldan örme bir çadır gördü.
Çadırın önünde iki adam et kızartıyorlardı.
Mansur devesinden indi, onu bir hurma ağacına bağlayarak, adamlara sokuldu.
Hemen isteğini anlattı:
-Ey kardeşlerim, sizden param karşılığı biraz yiyecek almaya geldim.
Devem için hamur da olursa memnun kalırım.
Adamları inandırmak için kesesini çıkarmıştı.
Adamlar kesenin doluluğunu gördüler.
Mansur'u buyur ettiler.
Şöyle dediler:
-Gel yanımıza otur.. İşte et kızarıyor.. Deven için de hamurumuz var.
Mansur düşünceliydi.
Adamlar sordular:
-Niçin oturmuyorsun, yoksa bizden çekiniyor musun?
-Hayır ey kardeşlerim, Aklıma kuyu başında bıraktığım arkadaşımla devesi geldi de...
O halde hemen git onu da getir.
Mansur tekrar devesine bindi ve Hazreti Üveys El-Karanî'nin yanına geldi.
Çadıra rastladığını, et ve hamur bulduğunu anlatıp davet etti.
Hazreti Üveys El-Karanî bunu kabul etmedi:
-Haydi git kendini, deveni doyur.
Yatsıdan sonra yolumuza devam edeceğimizi unutma, dedi.
Hazreti Üveys El-Karanî tekrar namazına durdu.
Mansur, yapılacak bir şey göremeyerek, çadıra döndü.
Et kızarmıştı..
Mansur kesesinden iki dirhem çıkarıp uzattı:
-Ey kardeşlerim, bunlar benim ve devemin yemekleri karşılığıdır.
Birisi sordu:
-Arkadaşın nerede?
-O, daha önce karnını doyurmuş.
-Adam etten büyük bir parça koparıp Mansur'a uzattı.
-Al payını, arkadaşım deven için de kepek hazırlayacak.
Mansur verilen eti yedi..
Bu et de şimdiye kadar tatmadığı bir lezzetteydi ve doyurucuydu.
Yemekten sonra, devesine getirilen bir torba kepeği hamur edip yedirdi.
Adamlara teşekkürde bulunarak, ayrıldı.
Hazreti Üveys El-Karanî'nin yanına geldi..
Bu esnada gece başlamıştı.
Kuyu başında yatsıya kadar kalındı, sonra namaz kılınıp tekrar yola çıkıldı..
Nihayet çöllerde geçen yolculuk bitti.
Bir akşam üstü Medine'ye ulaştılar.
Hazreti Üveys El-Karanî, karanlığa kadar oyalandı dışarda.
Şehre girdiği zaman artık göz gözü görmüyordu.
Deveden indi..
-Ey Mansur, develerini evine çek.
Ben, beni çağırana gidiyorum.
Mansur, bir çocuk safiyetiyle bu emre itaat edip develerini yedeğine aldı, gitti.
Hazreti Üveys El-Karanî, tanınmak istemiyordu.
Hâlâ telaşlı ve aceleciydi.
Öyle bir ruh hâletiyle, Hazret-i Peygamberin kabrine kadar yaklaştı.
Daha fazla sokulmadı.
Çünkü Hazreti Aişe tanırdı onu.
Gereken hürmeti uzaktan yaptı.
Tekrar Medine dışına çıktı.
Uygun bir yerde oturdu.
Çok geçmeden, gönül gözüne Fırat yakınlarındaki Sıffîn Ovası açıldı, bütün acılığıyla.
Orada yüz binleri aşkın mü'minler, aynı Allah'a ve Hazret-i Peygambere inananlar karşılıklı ordugâhlarındaydılar.
Şimdiye kadar aralarında isteksiz bazı çarpışmalar olmuştu.
Ordugahları pek sessizdi.
Belliydi, her taraf da üzgündüler..
İşte bu mü'minler bir iken iki olmuşlardı, bölünmüşlerdi...
Abdullah ibni Sebe'nin fitne ve fesadıyla şehid edilen Hazret-i Osman'ın kanının hesabında anlaşamamışlardı.
Yoksa ne Hazreti Ali, ne Hazret-i Muaviye, dünya satveti, saltanatı peşinde değildiler.
Birisi, daha yeryüzündeyken cennetle müjdelenmişti.
Diğeri bizzat Hazreti Peygamberin kâtipliğini yapmış, sonra, İslamiyetin intişarında büyük işler başarmıştı.
Dâhiydi.
Elbette o da cennetle şereflenecekti.
Ne etsinlerdi yeryüzündeki gelgeç itibarı...
Bütün gayeleri Kur'an hükümlerinin tatbikiydi.
Birisi bunu zamana bırakıyordu hatâ işlememek için, diğeri derhal olsun istiyordu.
Her ikisinde de tek korku bölünmenin artmasıydı.
İslam devleti parçalanmasın da, ziyanı yok, kılıçla bunu halletsinlerdi.
Elbette birisinden birisi galip, diğeri mağlup olacaktı.
Galip gelen, iki olan biri, tekrar bir yapardı.
Hazreti Üveys El-Karanî gittiği yerlerden tekrar dönüp geldi.
Onun bu savaşta rolü ne olacaktı?
Elbette taraf tutamazdı...
Allah'ına yalvardı:
"Ey Allahım, bana ilham buyur"
Bu ilhama kavuştu.
Siffîyn'e gidecekti.
Rîh-i Rahman'dı O.
Halil-i Rasûl idi.
Gerek Hazreti Ali, gerekse Hazreti Muaviye ordularına görünecekti.
Belki onun bu görünmesini her iki taraf kendi faydalarına kullanacaklardı..
Belki de uyanıp işi kılıçla değil, akılla çözeceklerdi.
Açılan yaralar dikilecek, iki olan bir tekrar aslına kavuşacaktı.
Hazreti Üveys El-Karanî, yine yalın ayak, gecesini gündüzünü unutmuş bir halde, çöllere düştü.
Medine neresiydi, Fırat kıyıları neresiydi.
Fakat bu mesafe ona göz kırpması kadar kısa geldi.
Nihayet bir sabah Sıffîn Ovasına ulaştı.
Bir tepe üzerinde durdu.
Gördüğü manzaradan, gözlerinden seller boşandı.
Yüz binlik ordular, yahudi dönme Abdullah ibni Sebe'nin hileleriyle birbirlerine düşürülmüşler ve kıyasıya savaşıyorlardı.
Hazreti Üveys El-Karanî, orada iki rekât namaz kıldı.
Sonra, yüz yaşını aşkın haliyle, savaş meydanına indi.
Dövüşenler arasına karıştı.
Yaşı pek ileriydi.
Elinde silah değil bir küçük taş parçası dahi yoktu.
Bir nur sütunu halinde geziniyordu sadece.
Her iki taraftan rastladıklarına mahzun mahzun bakıyordu.
Onu görenler bir hoş oluyor, utanıyorlar ve dövüşmekten vazgeçiyorlardı.
Hazreti Üveys El-Karanî, o tarihte yaklaşık olarak yaşı yüz dört idi.
Hazreti Üveys El-Karanî, hareket halinde bir nur sütunu gibi harb meydanında dolaşırken, onu yine Abdullah ibni Sebe farketti.
Telaşlandı bu dönme yahudi; sözde mü'min şer aleti.
Hemen yanındaki adamlarından birisine Hazreti Üveys El-Karanî'yi gösterdi:
-Şu ihtiyarı tanıdın mı?....
-Hayır.
-O, bütün mü'minlerin yücelttikleri Üveys'dir.
Eğer bir saat daha savaş meydanında kalırsa, Muaviye ordularıyla Ali orduları birleşirler.
Yıllardan beri yaptığımız çalışmalar silinir.
-Çare nedir?
-Kimseye farkettirmeden, ona bir ok at; ölsün.
Ali ordusu; "Şamiler (Şamlılar, yani Muaviye ordusu) şehid etti derler.
Muaviye ordusu da aksini söylerler.
Böylece mü'minler arasında ebediyete kadar devam edecek nifaka kuvvetli bir sebep daha hazırlanır.
-Olur ey Abdullah.
-Sakın kendini gösterme ama.
-Bana güven.
Abdullah İbni Sebe'nin adamı hakikaten dediğini yaptı.
O kargaşalık esnasında bir ok attı.
Hiç kimse farkına varmamıştı..
Ok, Hazreti Üveys El-Karanî'nin tam kalbine saplanmıştı.
Hazreti Üveys El-Karanî, o nur sütunu sarsıldı..
Nerdeyse toprağa düşecekti.
An meselesiydi şehadeti..
Fakat Hazreti Allah o son anda, Hazreti Üveys El-Karanî'ye gönül gözüyle gayb âlemini bir kere daha gösterdi ve geleceklerde gezdirdi:
1. İki olan bir, yüz yıllardan sonra, tekrar bir olmuştu..
Türkler tarafından üç kıt'ada Allah'ın ism-i celâli göklere yükseliyordu...
2. Hazreti Üveys El-Karanî'nin, kardeşi Şihabeddin'e emanet ettiği Hırka-i Şerif, daha sonraları Küfe'ye götürülmüştü.
Kargaşalıklar dolayısıyla, Şihabeddinin torunlarından Ziver tarafından, Karen köyündeki avluda, devenin çöktüğü ve izi kalan taşla birlikte Kuşadasına (İzmir'e) getirilmişti.
Oradan da Bursa'ya.. Sonra İstanbul'a..
Hırka-i Şerif Camii'nde Ramazan ayının ortasından itibaren ziyarete açılmıştı..
3. Şair Kâ'b'a Hazreti Peygamberin (Kaside-i Bürde) dolayısıyla armağan ettiği Hırka-i Saadet ise, Hazret-i Muaviye tarafından Şair Kâ'b vefat edince oğullarından satın alınmıştı..
Hazreti Allah'ın bir hikmeti olarak, yüzyıllar sonra, Yavuz Sultan Selim Mısır'ı aldığı ve halife olduğu zaman Hırka-i Saadeti de İstanbul'a getirmişti ve Topkapı sarayına koymuştu..
Gece gündüz beş yüz seneye yakın, başında Kur' an okunmuştu.
Hırka-i Şerif ve Hırka-i saadet, Türklerin Allah yolunda İslâm medeniyetini dünyaya yayarak, yeryüzünü karanlıklardan kurtarmaları karşılığı Bizans'ın payitahtında onlara, iman güçlerine emanet buyurulmuştu.
Bunda küfür ehli için büyük bir ihtar da vardı..
Bu iki mübarek hırka ve diğer mukaddes emanetler İstanbul'dayken, bu şehir kıyamete kadar mü'minlerin elinde kalacaktı.
Acaba niçin Bizans seçilmişti?..
Çünkü bir zamanlar Roma imparatoru, Hazreti İsâ dinine heykelleri sokmuş ve kilise adamları da bu küfrü kabul etmişlerdi.
4. O, son anda daha ne görmüştü..
Hazreti Üveys El-Karanî?..
Bütün mü'minlerin kendisini yücelttiklerini, sevdiklerini görmüştü..
Bazı menfaat düşkünlükleri mü'minlerin kalblerini karartmamıştı..
Her yerde ona sahip çıkılmıştı.. Makamları kabri kabul edilmişti..
Bunların başlıcaları şunlardı:
1. Bitlis'in Baykan ilçesinde Veysel Karani Köyü.
2. Şam.
3. Yemen'de Zabit kasabası dışında Meşhed-i Şerif.
4. Beyrut.
5. Diyarbakır'ın Kerap ilçesi
6. Mardin.
7. Bursa Gemlik yolu üzerinde Atıcılar. (Burada aynı zamanda devesinin çöküp iz bıraktığı taş da vardır.
8. Hicaz.
9. Hindistan.
10. Horasan.
Kısacası bütün yer yüzü onu paylaşmakta yarışmışlardı.
Hazreti Üveys El-Karanî, son nefesinde, gelecekten bunlarla ve daha niceleriyle bilgi sahibi edinildikten sonra, o mavinin en güzelini taşıyan gözlerini semaya kaldırdı.
Neşesi sonsuzdu..
İşte nihayet Allah'ın Habibi'ne kavuşacaktı.
İzin verildiği nisbette Hazreti Allah'a yaklaşacaktı.
Bundan sonra gece gündüz, sıcak soğuk, açlık susuzluk yoktu.
Rahatsız edilmeyecekti.
Dilediği kadar namaz kılacaktı...
Kıyam, rükû, secde geceleri yeryüzünde kalmışlardı.
Ebediyetlere kadar cennetlerden cennetlere yükselerek ancak namazla ruhunu doyuracaktı.
- Hazreti Veysel Karanî, Ahmet Cemil Akıncı, 2.Baskı, 1972, Sh.294/314.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder