Yıl 1950 bilmem kaç.
Bizim Güneysınırlı Süleyman abi (Yıldız), Konya İmam Hatib'de öğrenci.
O zamanlar Tasavvuf dersi de varmış İmam Hatib Okullarında.
Süleyman abi anlatıyor:
-Okulda, tasavvuf dersinde evliyayı okuyoruz...
Biz o tariflerden yola çıkarak bir Ârif bulamıyoruz bir türlü.
Hacı Veyiszâde gibi bir büyük ârifin, her gün, önünde ders okuyor, arkasında namaz kılıyoruz da, hâlâ, bir veli, evliya, ârif arıyoruz.
Hacı Veyiszâde Hocamızın "bir büyük ârif" olduğunu bugün söylüyorum.
O zamanlar öyle bir şeyden haberimiz yok.
İlk yıllarımızı kastediyorum yani, sonra anladık tabii ama, epey geciktik.
İşte, o, Hacı Veyiszâde Hocamızın bir büyük veli oluşunun farkında olmadığımız dönemlerde, bir gün, Doktor Baybal'a gittim:
-Hocam, sizin yanınıza gelip giden eksik olmaz.
Bir evliya görmek istiyorum ben, lütfen? dedim.
Doktor Baybal, şöyle bir tebessüm etti, manalı manâlı.
Doktor Baybal'ın o tarihlerde İstanbul Caddesindeki muayene hanesinde geçiyor bu konuşma:
-Peki, şansın yâver gidiyor! dedi Doktor Baybal.
-Nasıl yani Hocam? dedim.
-Gel, dedi aralıktan misafir odasına doğru elimden tutarak:
-Aradığın evliya içerde işte!
İçerde bir veli var, gör bakalım ne diyeceksin?
55
Sonra da yine elimden tutarak içeri götürdü beni.
-Selamün Aleyküm, Aleyküm Selam...
Selamı alan, çarıklı çirikli bir köylü...
Heybesini şöyle bir kenara koymuş, cigara telleyip duruyor.
Baybal, ismimi söyledi, "talebemiz" dedi, beni takdim ettikten sonra, misafiri tanıttı:
-Ahmed Ağa! Lâdikli Hacı Ahmed Ağa! Gönül Sultanı...
Allah biliyor ya, o anda hiç bir şeye benzetemedim Ahmed Ağa'yı.
Şimdi ruhaniyetinden özür dileyerek söylüyorum bunları.
Gittim elini öptüm ama, içimden de:
-Allah Allah!
Nasıl evliyalık bu böyle? diye sokurdanıp dururken, Ahmed Ağa şunları söyleyiverdi birden:
-Evliya denilince, başında gök kubbe, boynunda ak'abbe mi olması lazım illà da hay guzum?
Evliya didiğin de senin gibi benim gibi bir insan işte!
Ahmed Ağa, öğle yibdabdan böğle söğleyince, biz meseleyi azıcık kavrar gibi olduk amma, yine de, kendilerinden fazla istifåde etmesini bilemedik.
İnsanoğlu "Hüma'yı uçurup "Hızır"ı kaçırdıktan sonra anlayabiliyor kadrini kıymetini.
Ahmed Ağa'nın ak abbe (ak habbe) dediği şey, beyaz inci!..
Onu da, İstanbul Beyoğlu Kadiriler Asitânesi postnişini Şeyh Misbah Efendi anlattı:
-Eskiden bazı büyükler, yanlarına, yenlerine, yakalarına ve yahud da oyunlarına bir inci takarlarmış.
Birilerine kızıp öfkelendikleri zaman, dillerini tutmak ve hatır kırmamak için o inciyi dillerinin altına koyarlarmış o anda.
İşte bu beyaz inciye habbe denirmiş tekke literatüründe.
Ahmed Ağa'nın ak abbe (ak habbe) dediği şey bu işte...
Kaynak: Lâdikli Ahmed Ağa, Mustafa ÖZDAMAR Sh.:55,56
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder