Seyid Ali Büyükyılmaz Hoca anlatıyor:
Sene 1967'nin ortaları falan.
Kadınhanı Tekke Camii'nde imamım.
Bir gün öğle namazından sonra câmiden çıktım.
Baktım câminin önünde bir genç bekliyor beni:
-Buyurun! dedim, câmiye aldım onu, derdi neyse rahat anlatsın diye: "Nedir mesele?" diye sordum.
-Hocam, ben Elazığlı'yım.
Hukuk Fakültesinde öğrenciyim...
Son sınıftayım.
Bir dersten takıntım var.
Bunu iki senedir bir türlü veremedim.
Bana birileri dedi ki:
-Lâdik'de Hacı Ahmed Ağa diye bir zat var.
Hızır Aleyhisselâmla devamlı görüşüyor o.
Ona gider de halini anlatırsan, senin durumun düzelir.
Bu zata -Hacı Ahmed Ağa'ya- ulaşman için de, Kadınhan'a gidecen, Seyid Ali Hoca'yı görecen...
O seni onunla görüştürür! dediler.
Ben de onları dinledim ve size geldim Hocam!
Aman bana bir çare? dedi.
O böyle söyleyince, biz de: "Peki" dedik ve camiyi müezzine emanet ettik gittik, Lådik'e.
Vardık Hacı Ahmed Ağa'nın huzuruna:
-Selâmün Aleyküm!
-Aleyküm selââââm, buyurun gardaşım! dedi Hacı Ahmed Ağa.
Anlattım meseleyi ben:
-Tamam gardaşım, bizim Habalıya söğleyelim!
Böyükler dua iderler, dedi.
O çocuğa da:
-Sen git, imtihanına gir oğlum! dedi.
Biz, biraz daha durduk, çıktık.
Halim Emre'ydi çocuğun adı.
Aradan şöyle bir on-on beş gün geçti.
Bu sefer bu çocuğun babası Hacı Hilmi Emre geldi.
Çok münevver, çok efendi bir insandı.
Benden yaşlıydı.
Tanışma faslından sonra:
-Ne oldu çocuğun işi? dedim.
-O tamam, onun meselesi çözüldü.
Şimdi aynı yoldan, aynı kapıdan kendi derdime derman aramaya geldim ben.
Bir de beni götür o zata, dedi.
"Olur" dedik, onu da götürdük.
Vardık Lâdik'e, Ahmed Ağa'nın evine.
Kapının önünde bir taksi duruyor.
O taksiyle gelenler çıksın da öyle girelim diye, bir kenarda biraz bekledik.
Sonra oda boşalınca biz girdik.
Odanın tam ortasında, dizlerinin üstünde oturuyordu Ahmed Ağa.
Hacı Hilmi'nin derdi, ders almaktı Ahmed Ağa'dan:
"Ya kendisi versin ya da bir isim söylesin!" diyordu.
Hilmi Efendi daha önce bir zata bağlanmış, çok da feyiz almış.
Fakat o zat ölünce, yerine geçen zattan feyiz alamamış.
Onun için öyle kıvranıp duruyordu.
Ahmed Ağa'ya anlattım meseleyi:
-Bu zat, onbeş gün evvel size getirdiğim Hukuk talebesinin babası!
-Haa! ne oldu o iş! Biz söğledik, dua ettiler, dedi.
-Onun işi bitmiş, şimdi Hacı amcanın bir işi varımış, kendine ait, onun için geldik! dedim.
Güldü şöyle bi mübârek:
-Hayrola, neyimiş işi? dedi
-Ahmed Ağa, bu Hacı amca -Hacı Hilmi Emre Efendi- Elazığ'da Gar Şefiymiş vaktıyla.
O zamanlar bir zata bağlanmış, iyi de feyiz almış ondan...
Fakat sonra o zat vefat etti, ben de emekli oldum.
Ondan sonra, onun yerine geçen zata intisab ettim, dersimi, intisabımı tazeledim amma, bu zattan istifâde edemedim, feyiz alamadım... diyor ve sizden ders istiyor, dedim.
Ben bunları anlatınca bir daha güldü ve:
-Hafız Efendi, biliyorsun bizim öyle bir irşad vazifemiz yok, dedi.
-Ahmed Ağa, ben söğledim bunu kendisine de; "kendisi vermezse, bir tavsiyede bulunsun.
Onlar mürşitleri bilirler" diyor, dedim.
-Haa! Tamam o zaman! dedi ve iki elini de şöyle uzattı ona Hacı Hilmi Emre'ye- doğru.
-Ver elini gardaşım! dedi ve ellerini avuçlarının içine alarak:
-Seni ahiret gardaşı olarak kabul ediyorum.
Benim sana yapacağım bu kadar, dedi.
Sonra bana da uzattı ellerini.
Benim ellerimi de avuçlarının içine alarak, bana da:
"Seni de ahiret gardaşı olarak kabul ettim!
Benim size yapacağım bu" dedi.
Sonra da şunu ilave etti:
-Eğer sen mürşit anıyorsan, İstanbul'a gidecen! dedi.
Sonra oradan ayrıldık, o gitti gayrı.
Kaynak: Lâdikli Ahmed Ağa, Mustafa ÖZDAMAR Sh.:158, 159, 160.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder