Ebu Said Mehmed Hadimi (Büyük Hadimi) Hazretleri'nin şöhreti, Hadim'den dışarıya taşmış, Konya'ya ve kısa bir süre sonra da, taa Pay-i Taht İstanbul'a kadar yayılmıştı.
Onun ilm ü irfânı, keşf ü kerâmeti, Padişah Sultan I.Mahmud'un kulağına kadar erişti.
Bunun üzerine Padişah, bu büyük âlim ve ârifin sohbetinde bulunmak arzusu ile, onu Hilafet Merkezi payitaht İstanbul'a davet etmeye karar verdi.
Çünkü, Dârü'sSaâde Ağası Hacı Beşir Ağa'dan da, Hadimi'ye dair çok enteresan hatıralar dinlemişti.
Şimdi geliniz, Beşir Ağa'nın, Ebû Said Hadimi hakkında padişaha anlattığı enteresan müşâhedelerinden birini ve Hadimi'nin İstanbul'a davet ediliş sebebini ve orada geçirdiği günlerin bazı hatıralarını, torunlarından Hadim Eski Müftüsü Ahmed Said Hadimioğlu'nun, Ord.Prof.Ebul'Ulâ Mardin'e yazdığı mektubundan dinleyelim:
...Hacı Beşir Ağa, Hicaz'da bulunduğu esnada, Medine-i Münevvere'nin Harem Ağalığı vazifesinde de bulunmuştu.
Birgün Padişah I.Mahmud ile mülakatı esnasında Padişah, Hacı Beşir Ağa'ya:
-Harem-i Şerif'te ne kadar kaldın, bu kadar müddet zarfında "hâriku'l âde" ne gibi hâlâta (hallere) muttali olabildin, sual edince, Hacı Beşir Ağa:
-Harem-i Şerif'te geçirdiğim bu kadar müddet zarfında fevkalâde olarak üç hâle muttali oldum, der, ve bu üç halden birisini şöyle anlatır:
Ravza-i Mutahhera'daki Cibril kapısı gecenin seher vaktine yakın bir zamanda aralanırdı.
Gireni anlamak ve tecessüs etmek isterdim; fakat, vücuduma âriz olan rehâvet ve durgunluk neticesi, içeri giren zâtın kim olduğuna muttali olamıyordum.
Bir gece yine Cibril Kapısı açıldı; hemen kapıya koştum.
Ben kapıda iken içeri bir zát girdi.
Giren zâta; "kim ve nereli" olduğunu sordum.
Konya mülhâkatından olup Hadimi Muhammed Efendi olduğunu haber verdi.
Sebeb-i ziyaretini sual ettim:
-İmam-ı Birgivi'nin Tarîkat-i Muhammediyyesini şerhediyorum.
Şüphe ettiğim bazı Hadis-i Şerîfler'in Fem-i Saadet-i Nebevi'den şeref-sudur buyurulub buyurulmadığını Ruh-u Peygamberi'den isticvab ve isti'lâm için geldim, dedi. (1)
Bunun üzerine, müşârunileyhi odama götürdüm.
Bir müddet kaldıktan sonra müsaade istedi.
"Mescid-i Nebevi'de sabah namazını kıldıktan sonra gitmesini" söylemiş isem de:
-Memleketimde imâmet vazifem var müsaade buyur, dedi ve ayrıldı gitti.
Bu ilk görüşmeden sonra arada gelir, görüşürdük, deyince Padişah, Hacı Beşir Ağa'nın bu sözünün doğruluğuna kanaat getirmek için Ebû Said'ul-Hadimi'yi İstanbul'a davet etti.
Hadimî Muhammed Efendi İstanbul'a vardığında Padişah, yaş, baş, şekil ve şemail ve simaca müşâbeheti (benzerliği) olan bir kaç zâtı bir araya koyduktan sonra Hacı Beşir Ağa'yı çağırtır.
Ve bu zâtları gösterir.
Hacı Beşir Ağa'nın bu zâtlar arasında doğruca Ebû Said'ul-Hâdîmî'nin yanına giderek hoş-âmedi ("hoş geldin" demek, karşılamak) yapması Padişâh'ı hayrette bırakır.
Padişah, Hacı Beşir Ağa'nın Hadimi hakkında hikâye ettiği vâkıaya inanır ve mutmain olur.
Bu suretle de Hadimi'nin yüceliğini anlayan Padişah, onun İstanbul'da bulunduğu sürede, sohbetlerinden faydalanmak ister.
Şehrin ileri gelen âlimlerini de davet ederek, huzurunda Hadimi Hazretlerinin ders takririni irâde eder.
Böylece Ebû Said Hadimi, Huzûr'da ilk ders takrir etme mazhariyetine de nail olur.
Fakat, Anadolu'dan gelen bir zâtın Huzurda ders takrir eylemesi, İstanbul (Payitaht, Hilafet Merkezi) âlimlerinden bazıları tarafından bir nefsâniyet meselesi haline getirilir.
İstanbul'da bunca âlim, fâzıl kişi varken, Anadolu'dan gelen bir kişiye bu görevin verilmesini bir türlü kabul edemezler.
Aralarında konuşup, bu Anadolulu zâtın, sofi ve Anadolulu olması münâsebetiyle fıkıh, ferâiz ve emsâli ilimlerden başkasında behresi yoktur, kanaatine varırlar.
Usûl, mantık, meânî, beyân ve bedi'den bahseden bazı zor konuları tesbit ederek bunları ders esnasında, Huzur'da ona sormayı kararlaştırırlar.
Maksatları, Hadimi Hazretlerinin böylece şöhretini kırmak ve onu Padişah'ın gözünden düşürmektir.
Nitekim Huzur'daki ders esnasında, daha önce tertipledikleri soruları, sanki o anda akıllarına gelmiş gibi, yeri ve sırası denk geldikçe, Hadimi Hazretleri'ne yöneltirler.
Hadimi Mehmed Efendi, sorulan her sualin cevabını verir ve:
-Vermiş olduğum cevap kabul buyuruluyor mu efendim? diye sual soranların her birine verdiği cevabı kabul ettiklerine dair, suali soran muhataplardan söz aldıktan sonra, muhataplara verdiği ve muhatapların da kabul ettikleri kendi cevaplarına kendisi itiraz eder ve sual soran muhataplardan kendi cevaplarına karşı Hâdimi Efendi'nin, irad ettiği itirazın cevabına:
-Ne buyuruluyor efendim, diye muhataplardan cevap talebinde bulununca muhataplar Hadimi Efendi'nin itirazlarını cevaplandıramazlar.
Böylece, "el-Cezâu min cins'il amel" (2) fehvasınca gözden düşerler.
Hadimi Muhammed Efendi'nin mevkii, Padişah'ın nazarında bir kat daha yükselir ve bu münasebetle Padişah, bütün İstanbul Ulemâsı'nın Ayasofya Camii'nde Hadimi Efendi'nin, "Fatiha-i Şerif Tefsiri dersinde hazır bulunmalarını irâde buyurur.
Hadimi, Padişah'ın bu irâdesini işitince Şeyhu'l-İslâm'a giderek:
-Bir irâde-i Padişahi'nin şeref-sudur buyurulduğunu işittim.
Dersimde hocam Kazabâdî Ahmed Efendi'nin bulunmasından haya ederim.
Hocamın dersimde bulunmamasının teminini zât-ı âlinizden temenni ederim, şeklinde özel istirhamda bulunur.
Şeyhu'l-İslâm:
-Hoca Efendi, İrâde-i Seniyye şeref-sudûr buyurulduktan sonra ta'dilat yapılamaz.
Ben hocanıza söylerim, sizden biraz önce Cami-i Şerif'e gelir ve sizin göremeyeceğiniz bir mahalle oturur, cevabını verir.
Neticede Hadimi Hazretleri, başlı başına bir hadise olan dersini, Hilâfet Merkezi başkent İstanbul'un bütün hocalarının bulunduğu Ayasofya Camii'nde yapar.
Dersin sonunda, Padişah'ın âdeti üzre, İstanbul ulemâsına matbu birer icâzetnâme verilir; Hâdîmi Mehmed Efendi'nin dersinde bulundukları için.
Hadimî Hazretleri, bundan başka İstanbul'da ders okutmadığı ve hemen bütün ömrünü Hadim'de geçirdiği halde, İstanbul âlimlerinin icâzetnâmelerinde onun da adının geçmesinin sebebi, işte Ayasofya Camii'ndeki ve Huzûr'daki dersinden dolayıdır.
(1)"..Pelgamberimiz'in Mübarek Ağzından çıkıp çıkmadığını (sahih olup olmadığını); Peygamberimizin ruhundan cevaplandırıp öğrenmek için geldim..."
(2) Karşılık, yapılan işin cinsindendir.
- Konya Velileri, Hasan Özönder, Sh. 214/219.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder